SÖZLÜ TARİH DERLEMECİLİĞİ ÜZERİNE
"Yaptığımız söyleşiyi, kitapta, sayfa 239’dan 244’e kadarki bölümde eksik, taraflı ve yorumlanarak ‘Hayri’ mahlasını kullanarak yer verdiklerini gördüm. Halbuki..."
15 Nisan 2016 Cuma 14:58
Bir ara Diyarbakır'dayken bir gün Namık Kemal Dinç'ten bir telefon aldım. Kendisini tanıtıp kitap projesi hakkındaki bilgilendirmeden sonra, benimle Ermeni Katliamı konusunda ‘Eğil yöresi’ çerçevesinde bir sohbet gerçekleştirmek istediklerini ve ismimin de iki kitabımı yayınlayan Avesta Yayınevi tarafından kendilerine önerildiğini belirtti. Ben de bir yazar olarak isteğini kabul ettim. Mülâkat, Diyarbakır'da Galeria İş Merkezi'nin arkasında bir derneğin bürosunda üç kişi ile gerçekleşti.
O zamana kadar Ermeni Katliamıyla ilgili gerek büyüklerimizden ve gerekse Eğil'de çevreden duyduklarımı Adnan Çelik, Namık Kemal Dinç ve ismini hatırlayamadığım üçüncü bir kişi ile olduğu gibi paylaştım.
Yaptığımız söyleşiyi, kitapta, sayfa 239’dan 244’e kadarki bölümde eksik, taraflı ve yorumlanarak ‘Hayri’ mahlasını kullanarak yer verdiklerini gördüm. Halbuki benimle konuşulurken bana gerçek isim yerine ‘mahlas’ kullanılacağını söylemediler. Bilinen, tanınan bir yazar olarak ve bana danışılmadan kitapta gerçek ismim yerine ‘Hayri’ mahlasının kullanılması anlaşılır bir durum değildir. Sözlü şeffaf ve açık tarih yazımının bile ne derece gerçekleri dile getirdiği tartışma konusuyken, üstüne üstelik bir de gerçek isimler yerine kitapta mahlasın kullanılması her şeyi daha da bulandırmaktan öte bir yararı yoktur.
Benim dışımda olan anlatıcıların önemli bir kısmının da isimlerini gizlemelerinin nedenini bilmiyorum ama benim adımı gizlemelerini doğru bulmuyorum. "Gizli tanıklık" veya "itirafçılık" yapmıyorum, görüşlerini açıkça ifade edebilen bölgenin tarihiyle ilgili birden fazla kitap yayınlamış biri olarak anlatımlarımın mahlas ile yayınlanması beni açıkça rahatsız etmiştir. Örneğin tanınmış bir siyasetçi olan Tarık Ziya Ekinci ve yine tanınan bir yazar olarak Roşan Lezgin'in isimlerini olduğu gibi kullanırken neden benimkini mahlaslaştırarak kullandıklarını anlamakta güçlük çekiyorum.
İkinci ve çok önemli bir husus, söyleşimizle ilgili metin bana gösterilip söylediklerimin tarafımdan onaylanmandan kitapta yer alması da doğru değildir. Benimle ilgili yorumların ve en önemlisi, şahsıma isnat edilen anlatımların yayın öncesi mutlaka benimle paylaşıp teyit ettirilmesi gerekiyordu. Bundan dolayı, yöntem olarak yaptıklarını doğru ve etik bulmuyorum.
Öte yandan, sıradan bir okur bile kitabın ilk sayfalarından itibaren, yazarların daha kitap yazılmadan kafalarında oluşturdukları bir yargıyla hareket ettiklerini anlamakta zorlanmaz. Daha doğrusu sözü geçen kitapta Ermeni Katliamı ve Tehcirini işlerken, Kürtlere fatura kesilmeye çalışıldığı ayan beyan ortadadır. Yazarlarımız, klasik Kürt sol sosyalist kimliğiyle suçu zamanın Kürt toplumu ileri gelenlerine yüklemeye çalışarak ne kadar "demokrat" olduklarını göstererek kendilerini tatmin etmeye çalıştıkları belirgin olarak göze çarpıyor. Sözlü tarih çalışması yaparken Kürtleri ağa, bey, şeyh, efendi, şehir eşrafı ve diğerleri şeklinde kategorilere ayırmak sol hastalığın dışa vurumudur.
İşte bütün bu nedenlerden dolayı ben bu makaleyi yazma gereğini duydum.
Söz konusu kitabın 10. Bölümü olan "Soykırım Toplumsal Örgütlenmesinde Aktörler-II Diyarbekir Taşrasının İleri Gelenleri" başlıklı bölümde, Silvan'dan, yine gerçek adını gizleyerek "Harun" mahlasını verdikleri birisiyle yapılan görüşmeden alıntı yapılarak konuya şöyle giriş yapılıyor:
"Bu bölümde esas olarak Diyarbakır şehir merkezinin dışındaki bölgelerde soykırımın nasıl örgütlendiğine bakacak; hangi aktörlerin nasıl bir rolü aldığı ve neler yaptığının hatırlanma biçimlerini ele alacağız. Görüşmecilerin anlatılarına geçmeden önce Diyarbekir'in merkezi dışındaki yerleşim birimlerinde etkinliği olan aktörlere dair kısa bir değerlendirme yapacağız. Çünkü aşağıda anlatacağımız aktörler ya tanınmamakta ya da birbirine çok karıştırılmaktadır. Popüler tarih yazımı ve güncel siyasi tartışmalarda sanki hepsi aynı kategoridenmiş gibi total bir tanım yapılmaktadır...” (s. 233)
Şöyle devam ediyorlar:
"Bu karışıklığı gidermek ve anlatıdaki aktörleri yerli yerine oturtmak amacıyla Diyarbakır taşrasında yer alan aktörlere değineceğiz. Kürtlerin toplumsal yapısına dair tarihsel çalışmalar oldukça sınırlıdır. Araştırmanın ve bilginin sınırlı olmasına bağlı olarak genellemeler üzerinden fikir yürütmek adet olmuş. Kürtlerin toplumsal yapısına dair en yaygın genellemelerden biri aşiret yapısına dayandıkları, yarı göçebe bir hayat sürdükleri ve ağa denilen liderlerinin sultası altında feodal bir düzen içinde yaşadıklarıdır." (s. 234)
Yazarlarımız aynı konuyu şöyle sürdürüyorlar:
"Bu genellemeye göre, Kürtler gelişmiş bir toplumsal yapıya ve ekonomik ilişkilere sahip olmadıkları için de sınıfsal çeşitlilik ve yönetici elitler arasındaki farklılıklardan bahsetmek mümkün değil!
Bu genellemenin aksine, Diyarbakır'da yaptığımız görüşmelerde yönetici elitler arasında hayli çeşitlilik arz eden farklı kesimlerin bulunduğunu gözlemledik." (s. 234)
İşte burada yazarlarımız, Kürdistan Tarihinin cahili olduklarını açığa vurmuş oluyorlar. Kitaptan alıntıya devam ediyoruz:
"Diyarbekir'in taşrası olarak ifade edeceğimiz bu coğrafyada, yönetici elitler arasında sayabileceğimiz yerli unsurlardan, görüşmelerde ismi zikredilen kesimler şunlardır: Beyler, Ağalar, Şeyhler, Aşiret Reisleri, Efendiler." (s. 234) şeklinde devam ediliyor ve yeni bir başlık atılarak bu kavramların tarihsel süreç içerisindeki rollerine değiniliyor.
Kitapta ‘Taşra Elitleri ve Yönetici Tabaka: Beyler’ şeklinde başlık atılmış ve Kürtler arasında en uzun ömürlü elit olduğu ‘Bey’ unvanının aynı zamanda Osmanlı devletine bağlı kimi yöneticiler için de kullanıldığı belirtildikten sonra Kürtçede ‘Bey’ unvanına karşılık ‘Mîr’ ya da 'Beg'in kullanıldığı; Osmanlı yönetimi altındaki Kürt Beylerinin tarihsel gelişimi ve üslendikleri roller tarif ediliyor, sonra konu taşradaki Beyler ve Ağalar'ın soykırımda oynadıkları role getiriliyor.
Bu konuya geçmeden önce, daha önceki paragraflarda Diyarbekir taşrası için zikredilmiş yönetici elitlerin unvanlarının tarihsel evrimini inceleyelim.
Pîr, Mîr, Bey (Beg), Şeyh ve Ağa Unvanların Tarihsel Evrimi
Kürt tarihini incelediğimizde bundan yaklaşık bin yıl önceki Kürt yöneticileri için 'Pîr' unvanının kullanıldığını görüyoruz. Bu unvan Kürt coğrafyasında Diyarbakır coğrafyası dahil yaklaşık Millattan Sonra 9. Yüzyıldan 1200'lere kadar kullanılmıştır. Bu unvanın günümüzde bile Kürdistan coğrafyasının bazı bölgelerinde bilhassa Kürdistan'ın güneyinde kullanıldığını görüyoruz. Gerek Kürtçede ve gerekse Farsçadaki anlamı dini ve siyasi otorite demektir. 'Pîr' unvanının günümüzde Kürtçenin Zazaca diyalektinde 'pîl' sözcüğüne evirildiği düşüncesindeyim. 'Pîl' unvanı 'Pîr' unvanına kıyasla daha dar anlamda ve nispeten kabile veya aile reisleri için kullanılan bir unvandır. 'Pîl' unvanın dini bir unvanla ilgisi yoktur. Örneğin Kirdkîde "Eke pîlê to çinî yo, şo bi yew kerraya pîle bimişêwrî!" meşhur öğüdü "Eğer büyüğün yoksa git büyük bir taşa danış!" anlamındadır.
M.S. 1200’lerden itibaren 'Pîr' unvanının yerini 'Mîr' unvanı almıştır. Günümüze kadar gelen 'Mîr' unvanı, Arapça 'Emir' kelimesinden türemiş olup, tamamen Kürtler'e has bir unvan olarak Kürt tarihine yerleşmiştir. Farslar da zaman zaman Mir unvanını kullanır. Ama yine de ‘Pîr’ ve ‘Mîr’ unvanları, öz olarak Kürtçeleşmiş unvanlardır diyebiliriz. Günümüzde 'Mîr' unvanı eskisi kadar olmasa bile genelde Kürdistan aristokrasisi için kullanılırdı.
Pîr'in Arapça karşılığı ise ‘Şeyhtir’. Şeyhliğin dini ve siyasi manada Kürtler'in tarihinde bir unvan olarak 1800'lerden itibaren tarih sahnesine çıktığını görüyoruz.
Gerek ‘Beg’ gerekse ‘Bey’ unvanları Türkçe ve Türkmence (Türki) unvanlar olup 1300-50’lerden itibaren gerek Akkoyunlu ve gerekse Karakoyunlu Tükmen aşiretlerinin Kürdistan coğrafyasında boy göstermesi ve bölgedeki Kürt yöneticileriyle siyasi, askeri ve sosyal ilişkileri neticesinde zamanın Kürt yöneticileri tarafından kabul görmüş bir unvandır. Türkçede tarihsel süreç içerisinde siyasi ve askeri otorite anlamında kullanılmıştır. 1514 Çaldıran Savaşından sonra Osmanlı Devletinin Kürdistan ile direk münasebetleri neticesinde, Kürdistan yöneticileri tarafından ‘Bey’ veya 'Beg' unvanları da daha sık kullanılmaya başlanmıştır.
Günümüzde kullanılan Bey/Beg unvanları ise, tarihsel süreç içindeki anlamını yitirip erkekler için karşı tarafa saygı bağlamında kullanılmaktadır. Yine günümüzde gerek Türkler ve gerekse Kürtler arasında para, pul ve mevki sahibi olan herkese ‘Beg' veya 'Bey’ diye hitap edilir.
Bernard Lewis, What Went Wrong adlı eserinde ‘Ağa’ unvanı için şöyle diyor: "Ağa unvanı Türkçe olup birinci derecedeki anlamı ‘Büyük ağabey’ bazı Türki lisanlarda; baba, amca hatta büyük kız kardeş anlamına gelir. Örneğin Timur'un kızının isimi Ağabegi idi." Yine, Bernard Lewis’e göre Osmanlı'daki resmi anlamı ise "Askeri veya sivil bir şeye komuta eden otorite" demektir. Mesela, Yeniçeri Ağası, Kızlar Ağası, Harem Ağası, Tütüncü Ağa, Silahtar Ağa, Hazinedar Ağa gibi." Kürtlerde ise belli miktarda bir araziye sahip olan veya işletene veya bir aşiret liderine verilen bir unvandır.
Yazarlarımız, kitapta ‘Soykırımın Taşradaki Aktörleri’ başlıklı bölümde Beyler ve Ağaların rolünü irdelerken, yine kendi anlatımlarıyla çeliştiklerini görüyoruz. Önce bu hususta kendi görüşlerini aktaralım:
"Sahada yaptığımız 60 civarında görüşmede görüşmecilerimiz Diyarbekir taşrasının ileri gelen kişilerinin 1915'teki rollerine dair çok fazla hikaye anlattılar… çoğunlukla tartışma konusu olan kişilerle akrabalık ilişkisi, aynı aşiret veya aileden olmak, aynı yerleşim biriminde ikamet etmek, 1915'te bir grupla husumet içinde olmak ya da uzaktan tanışıklık gibi durumlar hafızanın farklı şekilde dile gelmesini sağladı..." (s. 238)
Günümüzde 30-40 yıldan beri bir savaş travmasını yaşayan Kürt toplumu kadar polarize, politize olmuş başka bir toplumdan bahsedilemezken, bu şartlar altında sözlü tarih yazımının objektif olabilirliğini yazarlarımız soru işaretiyle karşılarken, kendilerinin de meseleye objektif yaklaşmadıklarının farkında değiller herhalde. Kürt toplumunu sınıflara bölüp Ermeni Katliamı ve Tehcirinde olmuşsa bir rolleri, suçluyu açığa çıkaracaklarına, vurun abalıya misali meseleye hastalıklı sol yelpazeden yaklaşıp kendilerince önceden belirledikleri belli bir Kürt kesimini yargısız infaz etmek istediklerini görüyoruz.
‘Soykırımın Taşradaki Aktörleri: Beyler ve Ağalar' başlıklı bölümde yine şöyle deniliyor:
"Bu gün Diyarbakır'ın bir ilçesi olan Dicle (Kürtçe ismiyle Piran), 1915'te Eğil'e bağlı büyükçe bir köydür. Eğil (Kürtçe adıyla Gêl) ise bir dönem Osmanlı devletinde çok büyük ayrıcalıklara sahip Mîrlik sisteminin uygulandığı bir merkezdir." (s. 239)
Burada bir ara not olarak şu bilgiyi eklemek istiyorum. Günümüzde Diyarbakır'a bağlı olan Dicle ilçesi Kürtçe ismiyle Pîran, M.S. 950-1000 yıllarında Eğil Mîrler'inin ataları tarafından yani Pîr Mansur ve oğulları tarafından kurulmuş bir Kürt (Kırd/Zaza) yerleşim yeridir ve ismini de bu Pîrlerden almıştır. Pîran yani "Pirler" demektir.
Bu konu ile ilgili olarak söz konusu kitabın 239. sayfasının 8 nolu dipnotun ufkumuzu daha da genişleteceğini düşündüğüm için olduğu gibi buraya alıyorum:
"Bir dönem Eğil Beyliği 'Hükümet' statüsündedir. Hükümet statüsündeki mirliklerin iç işlerine devlet karışamaz, buralarda hiç bir devlet görevlisi bulunmaz (Buna Osmanlı diplomatikasında 'Mahfuzul Kalem Maktu ül Kadem' kuralı denir.) Yöneticilik babadan oğula irsiyet usulüyle geçer, vergi dahi vermeyen hükümetlerden devletin tek istediği savaş zamanında bey'in askerleri ile birlikte orduya katılmasıdır. Osmanlı yazışmalarında mirliğin başındaki kişiye hakim denir. Eğil, zaman içerisinde bu ayrıcalıklarını kaybetmiş, 1849 yılında ise mirlik-beylik sistemi Osmanlı devletinin merkezileşme politikalarıyla birlikte lağvedilmiş.
Osmanlı Devletinin son dönemlerinde yani 1750’lerden sonra Eğil yöneticilerine Hakim deniliyordu. Daha önceki dönemlerde ise Cenab, Cem Cenab unvanları kullanılmıştır.
Kitaptan alıntıya devam ediyoruz:
"Dicleli, 55 yaşında emekli öğretmen Cemal, Dicle'nin ileri gelen şahsiyetlerinin kimler olduğunu ve 1915'te bu kişilerin nasıl rol oynadıklarını anlatırken, bize beyler ile Osmanlı devleti arasındaki ilişkiden bahsediyor ve bu kişilerin devlet tarafından atandığını söylüyor. Meşruiyetini ve yetkilerini Osmanlı devletinden alan beylerin, sınırsız yetkiye sahip olduğunu, söyledikleri sözün emir, kanun anlamına geldiğini belirtiyor. Emri altında bulunan adamlar vasıtasıyla insanlara kötü davranabildiklerini, kendileri bizzat yapmasa da yaptırdıklarını anlatıyor. Eğil beylerinin devlet tarafından verilen emri yerine getirmek zorunda olduklarından, görev tanımı içerisinde gerçekleştirdiklerini dile getiriyor." (s. 239)
Yazarlar, bu yorumlarından sonra direk Cemal'in sözlerine yer veriyorlar:
"Beyler, Eğil'de Osmanlılar döneminde bey olarak, derebeyi olarak atanmışlar. Derebeylerinin güçleri sınırsız kabul edilirdi, her söyledikleri emir ve kanundu. Böyle olunca istedikleri kişilere hükmetmişlerdir. Eğil'in beyleri devlet tarafından verilen görevleri yerine getirmek zorunda olan insanlardı. Böyle olunca da, Ermeni katliamında onların da rolü olmuştur." (s. 239)
Aynı sayfanın altına aldıkları dipnot Cemal'in söylediklerinin zaten yanlış olduğunu göstermektedir. O zaman ya o dipnotu okumadan oraya almışlar; ya da Cemal'in anlattıklarını anlamadan almışlar. Örneğin benim anlatımlarımda "Hayri'ye göre" ibaresini kullanırken, Cemal'in açık bir şekilde yanlış anlattığı, kendilerinin dipnotta verdiği bilgiyle Cemal'in anlatımlarının yalan ve yanlış olduğu açık iken, "Cemal'e göre" demiyorlar.
Bin yıllık Gêl Mîrliğinin tarihini derebeyliğe indirgeyebilen Dicleli Cemal mahlaslı bu şahıs, 55 yaşına gelmiş bir de öğretmenmiş! Böylece Ermeni Katliamında rol alan cellatları araştırmaya çalışan yazarlarımıza sağlam bir bilgi kaynağı olmuş ve söyledikleri bundan böyle tarihe mal edilmeye çalışılacak! Cemal, "Beyler Eğil'de Osmanlılar döneminde bey olarak, derebeyi olarak atanmışlar" diyor. Böylece zavallı Cemal ve yukarıda sözü geçen yazarlarımızın Eğil Mîrliğinin Osmanlı Devletinin kuruluşundan 300-400 yıl önce de var olduğundan bihaberler. Peki Cemal mahlaslı öğretmene, Osmanlıdan önce bu Mîrleri kim atıyordu diye sormazlar mı? Seninle röportaj yapan yazarlarımız bile kitaplarının 239. sayfasına aldıkları dipnotu sana hatırlatmadılar mı? İşte sap ile samanın birbirine karıştırılması buna derler. Geçmiş tarih bilincine sahip olmadan tarih yazmak veya yorumda bulunmak buymuş tam olarak herhalde!
Kitapta görüşlerimle ilgili meselenin can alıcı noktasına gelelim. Kitabın 240. sayfasında benimle ilgili olarak şöyle deniliyor:
"Sahada yaptığımız görüşmelerde Eğil beyleriyle aynı kökenden gelen kişilerle de görüştük. Bu kişilerden biri olan Hayri, elinde Eğil Beylerine ait Arapça bir şecere olduğunu söylüyor. Eğil Beyliği'nin tarihine dair uzun bir değerlendirme yapıyor. 1750'li yıllarda beyliğin içinde ikilik çıktığını bundan faydalanmak isteyen Osmanlı Devletinin aradaki çelişkileri körüklediğini ve sonuçta beyliğin zayıf düştüğünü belirtiyor. Soykırım sırasında dört, beş yaşlarında olan babasının Eğil'den kafilelerin Ergani'ye doğru gidişine dair bir anısını aktarıyor. Kendisine 1915'te Eğil beylerinin nasıl tavır takındıklarını soruyoruz. Hayri, sorumuz karşısında savunmacı bir pozisyon alıyor. Beylerin 'kesinlikle tehcire katılmadığını, söyleyen görüşmecimiz, savunmasını iki temel üzerine inşa ediyor. İlk argümanı, 1915 yılında beyliğin sadece isim olarak var olduğu, bir yerel otorite, güç olarak beylerden bahsetmenin imkansız olduğunu, dolayısıyla rol oynamasının mümkün olmadığı yönündedir. Hayri'ye göre, tehcire ve soykırıma ortak olmadıklarının ikinci göstergesi ise kurtarılan Ermeni çocuklarıdır…" (s. 240)
Babamın bizzat Tehcir sırasında yaşadığı bir anısını onlarla paylaşmıştım. Ama kitapta sadece "babasından bir anısını bizimle paylaştı" şeklinde aktarılmış. Halbuki onlara anlattığım babamın anısı olaylarla direk ilintiliydi. Babam aynen şöyle anlatmıştı:
"Oğlum, 6-7 bilemedin 8 yaşlarındaydım. Zar zor hatırlıyorum. Askerler, Eğil'in batısında bizim evlerin aşağısında Ergani'ye doğru giden yolun üzerinde, sonradan Ermeni olduğunu öğrendiğim kadın, çoluk çocukları sıraya dizmişlerdi. Çoğu birbirine sarılıp ağlıyordu. Her nasıl olmuşsa ben de onların içine karışmışım. Olup biteni şaşkın, şaşkın izliyordum. O esnada bir 'askerê bejık' (günümüzdeki tabiriyle korucu) beni tanımış olmalı ki, gelip kolumdan tutup yamacın üstündeki kayalığa, evlerimize doğru yürüterek gurubun dışına çıkardı. Bana 'Sen bunların arasında ne arıyorsun? Bunların hepsini götürüp öldürecekler. Hemen çabuk eve git!' dediğini hatırlıyorum. Ben eve gitmedim, evlerimizin aşağısında 'Kozıka' adlı kayalığın üzerine çıkıp, son kafile olarak tabir edilen bu grubu asker eşliğinde, gözden kayboluncaya dek seyrettim."
Ben babamdan bunları duymuşum ve olduğu gibi kendilerine anlattım.
Söyleşi yaptığımızda Ermeni Katliamı ve Tehcirine objektif yaklaştıklarını düşündüğüm yazarlarımız, benimle röportaj yaparken meğerse benden neredeyse "Evet, Ermeni Katliamına Eğil Mîrleri de ortak olmuştur, hatta ön ayak olmuştur" dememin beklentisi içerisindeymişler, böylesi bir peşin hükümle bana gelmişler!
Ben bu satırları yazmadan önce kendisi de yazar olan sevgili Roşan Lezgin, anlatımları 'Hayri" mahlasıyla aktarılan kişinin kim olduğunu bilmeden, kitapta kullanılan bu çifte standardın farkına varmış ve eleştirisini "Yüz Yıllık Ah Hepimizin Ahıdır!" başlıklı makalesinde şöyle dile getiriyor:
"… bir kitap okuru olarak şunu da söyleyeyim, önceleri kitap okurken genelde olduğu gibi inanırdım anlatılanlara. Hatta edebi kitapları okurken, anlatılanların gerçek yaşanmış şeyler olduğunu kabul ederdim hep. Ama zamanla kitaplarda anlatılan her bilgiye ihtiyatlı yaklaşmam gerektiğini anladım. Hatta bir çok kitapta, makalede dipnotlarla belirtilen alıntıları bile imkan dahilinde orijinal kaynaklarla karşılaştırmaya çalışıyorum artık.
Elbette bu kitabı okurken de, ihtiyatlı ve sorgulayıcı bir şekilde anlatılanlara farklı açılardan bakmaya çalıştım. Kitapta aktarılan bilgilerin önemli bir kısmı sözlü tarih anlatılardan yorumlardan oluştuğu için, gerek yazarlar gerekse anlatıcıların ne kadar objektif kalabildikleri konusunda ister istemez soru işaretleri takıldı zihnime. Mesela kitabın 'Soykırım Toplumsal Örgütlenmesinde Aktörler-II, Diyarbakır Taşrasının ileri Gelenleri' başlıklı 10. bölümde, 1915 Ermeni Katliamında şehir merkezindeki eşraf dışında taşradaki elit tabakanın rolü irdelenirken kimi yerde sanki yazarlar önkabul ile hareket ediyorlar, şeklinde düşünmekten kendimi alamadım." (Roşan Lezgin, "Yüzyıllık Ah” Hepimizin Ahıdır!, www.zazaki.net, 04 Eylül 2015)
Devamında söyleşimizin tamamını aktardıktan sonra şöyle bir yorum getiriyor Roşan Lezgin:
"Kitapta yer alamamış ne tür diyalogların, yazarların edindiği intiba ve izlenimlerin olduğunu okur olarak bilemem, ama Eğil beyleriyle aynı kökenden gelen ve yazarlar tarafından kitapta adı değiştirilerek verilen Hayri'nin anlatımlarından yazarların sanki memnun kalmadığı anlaşılıyor. Çünkü yazarlara ait olan 'Hayri sorumuz karşısında savunmacı bir pozisyon alıyor.' ifadeleri, bir nevi suçlama içeriyor. Şahsen okur olarak Hayri'nin anlatımlarının 'savunmacı bir pozisyon'da olduğunu göremedim. Kendince düşüncesini temellendirmeye çalışarak anlatma çabasıdır Hayri'ninki. Ama yazarlar, ona karşı sanki belli bir pozisyonda konumlanmış durumdalar. Çünkü devam eden ifadelerde de 'Hayri'ye göre' veya 'ima ediyor' tarzı mimlemelerle, okuru, Hayri'in anlatımlarına inanmamasını istiyorlar. Hayri'nin doğruyu ikrar etmediğine okuru ikna etmek için 'Oysa kurtulma hikayelerini anlattığımız bölüme bakılacak olursa birçok örnekte görülecektir ki, aynı kişi hem cellat hem de kurtarıcı olabilmektedir. Doğrusal bir ilişki kurup, 'çocukları saklayanlar katliama ortak olmamıştır,' diyemeyiz' şeklinde yargılarda bulunuyor yazarlar."
Adnan Çelik ve Namık Kemal Dinç, yüzüme karşı değil de kitapta benden habersiz, keyfiyete dayalı bir şekilde kendilerince sözlerimi yorumlayarak "Hayri sorumuz karşısında savunmacı bir pozisyon almış" demeleri ahlaki değildir, çünkü öyle bir durum olmamıştır. Ben herhangi "savunmacı bir pozisyon almadım". Niye alayım? Kendileri Lahey Adalet Divanı mı ki önüme dedelerimin sabit, tartışılmaz, kuşku duyulmaz suç delilerini koymuşlar da ben "savunmacı bir pozisyon almış" olayım? Sonra, kalkıp "Hayri'ye göre…" demeleri, şunu veya bunu "ima ediyor" demeleri, ahlaki bir durumun da ötesinde tamamen haksızlıktır, kendini bilmezliktir. Böyle sözlü tarih derlemesi mi olur? O zaman her önüne gelen kalkıp birileriyle görüşsün, görüştükleri kişilerin adlarını gizlesin, canları istediği şekilde şunları şunları anlattı desin ve tarih yazsın, yeni bir tarih oluştursun.
Bu haksızlığı fark eden yazar Roşan Lezgin, kitaba yönelik yazdığı eleştirel makalesinin başka bir bölümünde benimle yani "Hayri" ile yapılan söyleşide bu yazarların ne kadar önyargılı davrandıklarını şu cümlelerle ifade etmektedir:
"Hayri kanaatini temellendirmek için iki önemli argüman öne sürmesine karşın, yazarlar, Hayri'yi doğruyu ikrar etmeyen biri olarak okura göstermeye çabalarken, Sabahattin'in (not: Sabahattin mahlasıyla röportaj yapılan kişi Eğil'den başka bir görüşmeci) anlatımlarının doğru olduğu noktasında destekleyerek ‘Fakat beyler hakkında söylediklerini Diyarbakır'ın farklı ilçelerinde de dinliyoruz’ diyebiliyorlar."
Yazarlar, Kürtlerin katliama karıştıklarını ima eden anlatımlara açık bir tarafgirlikle balıklama atlayarak, destekleyerek ve tasdik edip aktarırken, bilgisi olmayanları veya tersini söyleyenleri ise yermeye, doğruyu söylememekle itham etmeye çabalamaları belli bir önyargıyla meseleye yaklaştıklarının sabit göstergesidir.
Kürt kamuoyunun yalan yanlış bilgilerle yönlendirilmeye çalışılması, meseleye duygusal yaklaşımlar bu konuda ciddi çalışmaların yapılmasını da engellemektedir. Bazı Türk ve bilhassa diaspora Ermeni yazar ve çizerler, Kürtleri gerçekle bağdaşmayan bir pozisyona oturtmaya çalışıyorlar. Türk Solundan beslenen, düşünceleri Türk Solculuğu evreninde şekillenen bir kısım Kürt Solcusu yazar-çizer de kendi milletine aynı haksızlığı yaparak sözüm ona ne kadar "demokrat" veya "enternasyonalist" olduklarını göstermeye çalışmaktalar. Hâlbuki David Mc Dowall rakamlarla meseleyi gözler önüne sermektedir. David Mc Dowall ‘A Modern History of the Kurds’ adlı eserinde tüm savaşın yani I. Dünya Savaşının Ermenilere maliyetini Ermenilerin toplam nüfus kıyımının 1 milyon, Kürtlerin 800.000, Türklerin ise 600. 000 civarında olduğunu belirtmektedir. (David Mc Dowall, A Modern History of the Kurds, s.109.9)
Adnan Çelik ve Namık Kemal Dinç, benim için "Eğil'de Ermeniler'in arazi sahibi olup olmadığını bilmediğini ima ediyor. Ama ardından Ermeni mallarına el konulduğunu, Eğilli herhangi birinin el koymuş olabileceğini söylüyor. Lakin Eğil beylerinin mallara el koyup koymadığı konusunda bir şey söylemiyor." diyorlar. (s. 241) Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi yazarların Hayri'ye yani bana karşı gizli olarak besledikleri art niyetlerini açıkça dışa vurmaktalar. Mülâkat esnasında bütün iyi niyetimle yazarlarımızın sordukları soruları cevaplamaya çalışırken bir araştırmacıya ve tarihçiye yakışmayan görüşmeciyi yani Hayri'yi yani bu satırları yazan yazarı zan altında bırakmaya çalışıyorlar. Eğil'de Ermenilerin arazi sahibi olup olmadıklarını bilmediğimi ima ediyormuşum! Bunu yapmakla ben bir yanlışın içindeymişim havası yaratmaya çalışıyorlar yazarlarımız.
Araştırmacılarımız, sözde bu araştırmalarıyla mağdur olmuş bir milletin hak ve hukukunu ararken, adalet ararken, başka bir millete karşı, en azından şahsıma karşı adil olamadıkları ortadadır. Yazarlarımız açıkçası kafalarında şekillendirdikleri düşüncelerini benim tasdik etmemi benden bekliyorlarmış demek. Yürütülen projede Kürtlerin bir kesimini töhmet altında bırakmak için bu çalışmayı yürüttüklerini anlıyorum. Bir de bölge insanının gönlünde taht kurmuş bir ismi, İsmail Beşikçi Vakfı adına bu çalışmayı yürüttüklerini söylüyorlar.
Söz konusu kitabın yazarları Adnan Çelik ve Namık Kemal Dinç'in Eğil'de Sabahattin mahlasını kullanıp görüşüne yer verdikleri şahısın mülakatında söylediği "Mesela Şavelyan. Eğil'deki kilisenin aynısı şu anda Şavelyan'da mevcut. Oranın kime ait olduğu belli. Peki, bugün kimin elinde? Beylerin elinde. Musan kimin elinde? Talanbiyan kimin elinde? Eğil'in çevresindeki verimli toprağı beyler kendi aralarında paylaşmıştır.” iddiaları da doğru değildir. (s. 228)
Sabahattin'in bahsettiği Talanbiyan ve Musan köylerinin Ermenilerle bir alakası yoktur. Bahsedilen bu topraklar takriben 1750-1800'lerde Eğil Mirlerinden İsmail'in beş çocuğu arasında bölüşülmüştür. Yani bu topraklara 1915'ten sonra el konulmuştur sözleri tarihi gerçeklikle bağdaşmıyor. Sonu "-an / -yan" ile biten hemen hemen tüm yerleşim yerlerinin Ermeni yerleşim yerleri olduğu algısı mevcut. Bilindiği gibi Kürtçede "-an / -yan" eki, Türkçedeki "-ler / -lar" karşılığı olan çoğul ekidir. Kürdistan'ın her dört parçasında binlerce yerleşim yerinin adı bu ekle bitiyor. Örneğin "Mehmedîyan", “Çelbîran”, "Şahaban", "Bexşiyan", "Musan" gibi adlardaki "-an" takısı çoğul ekidir. Yani Türkçe olarak "Mehmediler", "Kırkkuyular", "Şahablar", "Bexşiler", "Musalar" anlamını vermektedir. Oysa Ermenilerde yerleşim yeri adları "-an /-yan" takısıyla bitmez, genelde soyadlarında görülen bu takı "-oğlu" veya "-gil" anlamına gelmektedir. Sözgelimi Nubar Terziyan adındaki "Terziyan" soyadı "Terzioğlu" veya "Terzigil" anlamını vermektedir.
Yazarlar Adnan Çelik ve Namık Kemal Dinç, benimle ilgili söyleşinin son cümlesini şöyle bitiriyorlar: "Lakin Eğil beylerinin mallara el koyup, koymadığı konusunda bir şey söylemiyor." (s. 241) Bu cümleden de yazarların bölge tarihinin cahili oldukları anlaşılmaktadır. Çünkü 1915 katliamından önce de zaten arazilerin çoğu Mirlerin tapulu malıydı. Öte yandan Mirlerin Eğil'de, Ermeni Katliamında rol aldıklarına dair ne bir emareye ne bir yazılı belgede rastladım ve ne de sözlü olarak kulak misafiri oldum. Duymadığımı söylemem nasıl "savunmacı pozisyon" oluyor?
Osmanlı Devleti benim ailemden dört kişiyi seferberliğe götürmüştür. Dedem yani babamın babası yaşlıdır. Babam da geriye kalan çocukların en büyüğü olmasına rağmen 7-8 yaşlarındadır. İttihat ve Terakkinin ilan ettiği seferberlik nedeniyle Kürdistan’da eli silah tutan Müslümanlar silah altına alınmış ve uzak cephelere götürülmüştü.
Öte yandan, Ermeni Katliamı ve Tehciri, sıradan üç beş vatandaşla gerçekleşen bir mesele değildir. Ermeni Katliamı planlı programlı ve zamana yayılmış bir devlet politikasıdır. İlk önce Osmanlı Padişahı II Abdülhamit döneminde başlamış, akabinde Jön Türkler öncülünde 1908 yılında iktidara gelen İttihat ve Terakki Partisi tarafından yürütülen planlı, programlı geniş çaplı bir devlet politikasına bürünmüştür. Ermenilere karşı uygulanan ve uzun yıllara yayılan bu siyasete Kürt Aşiretlerinden bazıları, yörede bazı ileri gelenler, siyasetçi ve sıradan insanların da rol aldıklarını tarihi kaynaklar belirtmektedir. Bu olaylar Kürdistan'da Osmanlı Devleti tarafından Kürt Mirliklerinin yönetimlerine birer birer son verdiği başıbozukluğun tavan yaptığı döneme denk düşmektedir.
1897 yılında Ermeni meselesini yerinde gözlemlemek için zamanın İngiliz Hükümeti tarafından bölgeye gönderilen İstanbul İngiliz Başkonsolosu Sir Telford Waugh'un yaptığı gözlemlerde örneğin "Lice'de Seyfettin Bey'in Ermenilere kol kanat gerdiğini, onları kollayıp koruduğunu" belirtiyor. (Nusret Aydın, Diyarbekir ve Mırdasiler Tarihi, Avesta Yayınları, İstanbul 2011, s. 424-25)
Ermeni meselesini araştırmak için Sir Telford Waugh'un Eğil ve Piran'a yolculuğu:
"7 Ağustos 1897: Sabahın üçünde valizleri hazırladım. Eğil için saat 5'te yola koyulduk. Yolculuğumuz sekiz saat sürdü. 8 Ağustos; sabahleyin nehir kenarını gezmekle geçirdim. Balpeteği şeklinde taştan oyulmuş mezarlar. Hepsi aynı şekilde cesetler için yapılmış üçer hücre mevcut. Ayrıca uçurumun kenarında taştan oyulmuş biber şeklinde mezarlar. Kayalığın üzerinde kurulmuş bir kale ve kalenin içinde tüneller var. Bu tüneller nehir kenarına kadar iniyor. Tabi tüneller taştan oyma. Nehir kenarında Argana su 500 fit (yaklaşık 150 metre) aşağıda. Bey tarafından ziyaret edildim ve misafir olmamda ısrar etti. Akşam serinliğinde kamp kurduktan sonra beyin evine gittik. Evi kasabanın üstünde bir yerdeydi. Akşam yemeğini iki beyle yedik ve biraz politikadan bahsettik. Açık havada yattım. Geceleyin püfür püfür rüzgar esintisi. Buranın Diyarbakır'dan ayrı bir havası var.
9 Ağustos: Argana su vadisinden bir saatlik yoldan sonra Eğil'in aşağısında Dıbnî Çayına vardık. İki suyun birleştiği yer çok güzel bir manzara. Ceviz ağaçları, incir ağaçları bol. Nehir balık dolu. Piran'ın (Dicle ilçesi) altında bir bahçede incir ağacının altında kamp kurduk. Piran'da yaklaşık 500 hane var, bol miktarda suya sahip. Tütün, pamuk ve kavun yetiştiriliyor. Ağa ve Hıristiyanlar tarafından ziyaret edildim.
10 Ağustos: Ağa ile beraber Tell Bağdad köyüne gittik. Yıkık Hıristiyan köyüdür. Şimdi buranın sakinleri diğer köylere dağılmışlar. Dilekçe ile yardım talebinde bulunup köyü tekrar inşa temek istiyorlar." (age. s. 427-8)
Sir Telfor Waugh'un gözlemlerinden 1897 yılında Lice'de Seyfettin Bey'in katliam sırasında Hıristiyan nüfusu koruyup kolladığını, Silvan'da Reşit Ağa'nın Ermeni düşmanlığı yaptığını, Diyarbakır’da Azimet Paşa'nın Hıristiyanlara karşı taraf tuttuğunu, Piran'da köyleri (Tıl Bağdad) yıktırılan Hırıstiyan köylülerin yardım talebinden bahisle tüm bu yerleşim birimlerinde Hıristiyanlar/Ermeni düşmanlığı rapor edilirken; Eğil'de bu sorunun varlığına neden değinmemektedir? Bu diplomat Eğil'e uğradığında sadece gezinti yapmış ve bey tarafından misafir edilmiş. Bu İngiliz diplomatın seyahatindeki notlarından hareketle o dönemde Eğil'de Ermeniler ile Müslümanlar arasında bir husumetin var olduğunu görmüyoruz.
Sonuç olarak İsmail Beşikçi gibi hem tarihe mal olmuş ve hem de halkımızın gönlünde taht kurmuş bir şahsiyetin öncülüğünde kurulan bir kurum olan ‘İsmail Beşikçi Vakfı’ adına bana gelindiği için söyleşiyi kabul ettim. Fakat söz konusu kitapta sözlerim çarpıtılarak, sözlerime yorum katılarak, hatta eksik, mahlas kullanılarak ve hassas olan bu konuya taraflı yaklaşıldı. Ben de bir yazar olarak gerçeklerin bilinmesi için bu makaleyi kaleme alma gereğini duydum. Ayrıca konunun hassasiyeti nedeniyle bu hususta bir kitap çalışması da yürütmekteyim. Ele aldığım kitapta ne bir sınıfı ne de bir topluluğu diğerine karşı övme veya yermeye niyetim var. Elimden geldiğince tarihi gerçeklerden hareketle okuyucuyu aydınlatmak, tarihi gerçekleri gün yüzüne çıkarmak ve bölgemizde toplumlar arası barışın tesisine katkı sunmak olacaktır.
Adnan Çelik ile Namık Kemal Dinç, İsmail Beşikçi Vakfı adına, 1915 Ermeni Katliamı ve Tehciriyle ilgili Diyarbakır yöresini esas alan sözlü bir tarih derlemesi çalışmasını kitaplaştırıp "Yüz Yıllık Ah! Toplumsal Hafızanın İzinde, 1915 Diyarbakır" adıyla, yine İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları tarafından Ocak 2015'te yayınladılar. Kitapta, ağırlıklı olarak 1915 Ermeni Katliamı ve Tehcirinde Diyarbakır ve yöresinde sözel tarih derlemesi yapılarak sözüm ona Kürtlerin katliamdaki rolleri ele alınıyor. Bu çerçevede merkez dahil Diyarbakır'ın ilçe ve köylerinde değişik kişilerle yaptıkları söyleşi ve mülakatları sözde kuşaktan-kuşağa aktarıla gelen bilgi, hikaye ve malumatları kendilerince tasnif ederek kitaplaştırmışlar.
Nusret AYDIN
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.