22 Kasım 2024
  • İstanbul12°C
  • Diyarbakır12°C
  • Ankara15°C
  • İzmir19°C
  • Berlin1°C

ODABAŞI: UMUTLU BİR BEKLENTİNİN REHAVETİNE KAPILMAKTAN YANAYIM

Şair-Yazar Yılmaz Odabaşı Birikim dergisinde yayınlanan yazısında “Kürt siyasal hareketini ve yeni dinamikleri değerlendirdi.

Odabaşı: Umutlu bir beklentinin rehavetine kapılmaktan yanayım

01 Mayıs 2013 Çarşamba 16:06

Bir dönemdir güncel gelişmelere dönük sessizliğini koruyan Odabaşı, Birikim’in Mayıs 2013 tarihinde yayınlanan sayısına Kürt siyasal hareketi ve yeni dinamiklerini yazdı. Odabaşı Birikim’deki yazısında hem sessizliğinin nedenini hem de niçin şimdi yazmak gerektiğini de belirtiyor. “Kürt halkının sarsıcı, irkiltici bedellerle sınanarak kuşaklar boyu kimlik meşruiyeti kazanma mücadelesinde yeni bir kavşağa vardığı bu sürecin son otuz yılına müdahil olmuş biri olarak birkaç yıldır süren sessizliğimi kısa değinilerle Birikim’e yazarak -kısmen- bozmak İstedim.” diyen Odabaşı, niçin sessiz kaldığını da şu sözcüklerle ifade ediyor: “Son yıllarda artık herkesin Kürt sorunu hakkında -pek çoğu çözüm içermeyen- hayli beylik sözleri ifade ettiği bir dönemde olup biteni sığlaşmış bularak izleyici konumda kalmayı yeğliyordum.”

Odabaşı’nın Birikim dergisinin Mayıs 2013 tarihli sayısında yayınlanan yazısında şu görüşlere yer veriliyor: 

Telaffuzu Meşrulaştırmak

Kürt halkının sarsıcı, irkiltici bedellerle sınanarak kuşaklar boyu kimlik meşruiyeti kazanma mücadelesinde yeni bir kavşağa vardığı bu sürecin son otuz yılına müdahil olmuş biri olarak birkaç yıldır süren sessizliğimi kısa değinilerle Birikim’e yazarak -kısmen- bozmak İstedim.

Nietzsche’nin, Gerçeğin suları pis değil, sığ olduğunda o sulara girmeye isteksiz” kalınabileceğine” dair bir vurgusu vardır. O pis suların, her zaman bizim sularımız olması da gerekmez üstelik. Son yıllarda artık herkesin Kürt sorunu hakkında –pek çoğu çözüm içermeyen- hayli beylik sözleri ifade ettiği bir dönemde olup biteni sığlaşmış bularak izleyici konumda kalmayı yeğliyordum.

Yazgılarımızın kimi zaman bir tür ağlama duvarına dönüştüğü,  kimi zaman da sözün ve yazının binlerce genç insanın ölümü karşısında çok işlevsiz kaldığı zamanlardan  geçtik.

Diyarbakır Askeri Cezaevi’nden, yakılmış köylerden, faili belli cinayetlerden, üşümüş hayatlardan geçtik. Bizden önceki kuşakların da, bizlerin de yaşadığı sarsıcı hasarların ve oluşan ortak hafızanın taşıdığı bütün travmatik izlerin bana hala çok masum, çok insani görünen tek tanımı, ereği vardı kanımca: Kimlik meşruiyeti.

Yani kimliğin telaffuzunu meşrulaştırmak…

Bir dönem kurulan Kürdistan Muhibban Cemiyeti'nin veya Hevî Derneği’nin ya da Kürdistan Teali Cemiyeti,Kürt Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti gibi bütün oluşumların mensuplarının ve Kürt isyanlarında yitirilenlerin yazgılarından -belki biçim olarak farklı, ama öz olarak aynı- hep kesişiyordu sonraki kuşakların yaşadıkları.

Daha sonraları DDKO ( Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın), 70’lerde kurulmaya başlayan ve hemen hepsinin örgütlenme- dağılma süreçlerine tanıklık ettiğim Rızgari, KUK, Kawa, Özgürlük yolu, DDKD vb. gibi Kürt örgütlenmeleri 80’lerden sonra bir dağılma süreci yaşarken, silahı ve illegaliteyi yeğleyen PKK ise bu siyasal oluşumların aksine kadrolaşmasını 80’lerde tamamlıyordu.

Aslında 70’lerde hepimizin Kürt siyasal hareketine yönelmeden önce ilk tümcemiz, sorumuz daha ergenlik dönemlerimizde aynıydı: ”Radyoda her dilden müzik var, bizim dilimizde neden yok? Kürt halkının müziği, sesi neden yasak?” gibi hala çok masum, çok insani olduğuna inandığım bir soruydu bu.

Kürt hareketi, özünde hep bu kadar masum ve insani bir soruyu yanına alarak kadrolaşmış ve yetkinleşmiş insanların tabanını oluşturduğu bir kalkışmaydı bir anlamda da. Kürt hareketinin tabanının Diyarbakır köylerinde kağnıların arasında “proletarya”yı, “üç dünya teorisi”nı tartışmasının ve kat ettiği müthiş entelektüel gelişmenin harcında hep bu soru vardı aslında.

Bu soru, ergenlik yıllarımdan sonra beni de Diyarbakır’da Kürt Sosyalist Hareketi’nin örgütlü bir üyesi, bir eylem adamı yapmış, aynı soru, Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde kaldığım dönemlerde ne kadar hasar ve bedel gerektiren tarihsel bir soru sorduğumuza dair ihtisaslı kılınmamızı da sağlamıştı.

Bu soru, daha sonra eline kalem almış bir yazı adamı olarak bu kez “düşünce suçları” kapsamında yargılanmalarımızın, 90’larda ise yeni mahkumiyetlerimizin müsebbibi de olmuştu.

Örneğin, 1991 yılında bir gazetede yayınlanan bir yazımda “Kürt halkı” dediğim, aynı yazıyı bir kitabıma da aldığım için o kitabım hemen toplatılmış ve kendimi Ankara 1 no’lu DGM Heyeti’nin hazırladığı iddianamenin şu vurgularıyla karşı karşıya bulmuştum:

 “Sanık, …. adlı kitabında yer alan yazısında, Türkiye’de Türk halkı olmasına rağmen bir başka halkın da varlığından söz ederek devletin teröre karşı sürdürdüğü mücadeleyi kesintiye uğratan beyanda bulunmuştur.Bu nedenle sanığın eylemine uyan TCK….”

Sonrası bir yıl dokuz ay hapis cezasına çarptırılmamdı ve bu kararı açıklayan DGM Heyeti’ne “sizinle aynı ülkede ve aynı çağda yaşamaktan utanç duyuyorum!” dediğim için de bu cezaya eklenen “mahkeme asayişini bozmak” ve “DGM heyetine hakaret” isnatıyla ilave bir ceza daha almaktı.

Oysa biz, “TV ve radyolarda her dilden müzik var, neden Kürt halkının müziği yok,” diyorduk aslında akıp geçen yıllara rağmen; fakat onlar, “müzik” vurgusuna gelmeden, “Kürt halkı” dediğimiz her yerde sözümüzü kesiyor, “Kürt halkı” telaffuzunda ise bizleri yargılayarak önceki kuşakların ödediği ağır bedelleri ve ortak hafızamızın bütün travmalarını bu kez de bizim önümüze koyuyorlardı…

Enkazın Müsebbibi Kemalist Bakış 

Kürtler, Sevr antlaşmasının işlevsiz kalmasıyla, yani Lozan’la asıl yenilgiyi Kemalizmin karşısında yaşadılar. Sorunun müsebbibi de bu anlamda Kemalizmdi. Genç Cumhuriyetin İstiklal Mahkemeleri’nde de en çok Kürt’ler asılmıştı.

Sonraki yıllardaki Kürt isyanları öyle sert –ve hep kanla- bastırıldı ki, Kürtlerin hafızasına kazınan bu süreçler, başta Kürt entelijansiyası arasında kimlik sorununun sınıfsal sorundan daha derin bir yerlerde durduğuna dair ortak bir algı oluşturdu.

Kimlik sorunu ve talebi ise, Cumhuriyet dönemine tekabül eden Hıristiyan Kürt’lerin ayaklanması Nasturiler isyanından Zilan, Ağrı, Sason, Dersim, Şeyh Said vb. gibi bütün isyanlara varıncaya dek tümü resmi tarihe göre hep “dış mihrak”lıydı.

Bu isyanlar Kürt kimliği ve coğrafyasının iç dinamiklerinden değil, başta İngilizler olmak üzere emperyal dayatmalardan besleniyordu. Resmi tarihin bir başka tanımı yoktu.

Kemalizmin, sorunu bugün de böyle algılayan ve böyle empoze eden bakış açısı sürüyor. Kürt sorununun bir ulusal kimlik mücadelesi olduğunu, bir anadili meşrulaştırma ve ana dilde eğitim hakkı başta olmak üzere bir ulusu ulus yapan tüm faktörlerin meşruiyetine saygılı olmak biçiminde algılamak yerine, halen aynı şovenist perpektiften caymadan sorunu bir emperyal dayatma olarak açıklamaya çalışıyorlar.

Asker postalı altında kuşaklar boyu çiğnenen kürt kimliği, orduyu her koşulda göreve çağırarak yasama, yürütme ve yargıyı feshetmeye çalışan sahte demokratların,( evrensel bir bakış edinemeyip lokal kalmış ve antimilitarist olabilecek cüret ve olgunluğa da erişememiş) “ulusol”cuların yeni varlık ve mücadele alanı olmuştu.

Bu solaklar, bir zamanlar Abdullah Öcalan asılmaktan kurtulmasın diye bir insanlık suçu olan idam cezalarının kaldırılmasına da karşı çıkan, son olarak Kürt sorununda çözüm arayışları sürecini bu ülkenin bölünmesi süreci olarak algılayan bu faşizan bakış açısı, şimdilerde mantar gibi türeyen Kemalist gazeteler aracılığıyla da yetmiş yıllık ezberi sürdürmekte ve bu sorunun aynı patinaj durağında kalmasından yana bir tutum takınmaktalar.

Bir tür çözümsüzlükten yana durarak kanın sürmesi ve Türk kimliğine totaliter saygıyı ordu eliyle aşkınlaştırmaya çalışarak, “en iyi Kürt, ben Türk’üm diyen Kürt’tür” diyenler, Cumhuriyet dönemi boyunca süren dayatmacı, faşizan bir siyasal ezberin müdavimleri olmayı sürdürüyorlar.

Onlar, sadece Kürtlere yönelik bu sevgisiz ufuksuzluğun adını da vatanseverlik koydukça, en çok telaffuz ettikleri “vatan” ve “vatandaş”a da ekonomik, siyasal ve bir de yaşamsal güvenceler adına ciddi zararlar veriyorlardı.

Bu yüzden Türkiye’de çözüm süreciyle birlikte vatanseverliğin de, demokratlığın da tanımını yeniden yapmak gerektiğini düşünüyorum. 

İhkak-ı hak ve Kürt Baharı 

İhkak-ı hak, Walter Benjamin’e ait bir niteleme.”Hakkını Zorla elde etme” anlamında.Ortadoğu’da Kürtler, tümü de “i” harfiyle başlayan ilhak. İhlal, işgal, istila gibi sözcüklerin içerdiği bir tarihten yine “i” harfiyle başlayan yeni bir sosyokültürel ve siyasal sürece geldiler:“İhkak-ı hak.”

Kürt hareketinin çeyrek yüzyılı aşan bir evrede silaha yaslandığı dönemlerden sonra artık “zorla elde etme”nin dili, ifade biçimleri de değişmişti; zor, giderek demokratik mevzilerde, medyanın gücünde, diplomaside vb. daha zarif bir “yeni dil”deydi artık.

Telaffuzu meşrulaştırmaya çalışan zamanlardan sonra silah yerine demokratik mücadele koşuları giderek olgunlaşmış ve bu kez de “demokratik meşruiyet” evresine gelinmişti.

Güney Kürdistan’da Kürt halkının kazandığı mevzi, hem dünyada hem Türkiye’deki algıyı yeni bir rasyonaliteye hazırlamıştı. Irak’ta özerk bir Kürt federasyon bölgesi kurulması, Ortadoğu’daki dengelerin değişeceğini de imliyordu.

Abdullah Öcalan’ın mesajı, suni iktidarıyla bir ortak paydaya, “İslam kardeşliği”ne vurgu yapıyor, sosyalist olarak yola koyulan PKK hareketi, önderliğiyle sınıf        mücadelesinden bir anlamda feragat ederek kimlik meşruiyeti için artık demokratik mevzilerin kapılarını zorluyordu.

Demokratik mevzi derken, PKK’nin mevcut siyasi otoriteden aldığı herhangi bir vaat- taahhüt yoktu. Fakat “yeni anayasa” sürecinin Kürt halkının lehine bir muhtevada hazırlanacağı umudu, şiddet ve husumetten bitap dümüş Kürt halkını da, PKK tabanını da bu yeni sürece hızla angaje etmeye yetmişti.

Fakat ne karşılığında? Evet, Kürtlerin bu yeni süreçte kazanımlarının ne veya neler olacağı şimdi bıçak sırtı bir sorudur aslında…

Kan revan zamanlardan sonra esen bir olumlu rüzgarın önünde bir sürü mantıksal çıkarsamayla durmak anlamı olmayacağından, herkes gibi ben de bu sürecin kanın durmasından yana, kimlik meşruiyetinden yana iyimser olmamıza denk bir durak olabileceği umudunu taşıyorum.

O tufan geçmişin ve o kan revan günlerin bir daha geri dönmemek üzere çekip giden koca bir yalan olmasını istiyorum. Her Diyarbakırlı, her Kürt gibi istiyorum bunu. Kuşağımın gençliğine Diyarbakır Askeri Cezaevi, sıkıyönetim geceleri ve faili meçhul cinayetler düştüğü için, hiç değilse yeni kuşaklara daha aydınlık bir sosyal ve siyasal atmosferin tebessümü düşün istiyorum.

Yeni kuşaklar faili belli korkular yaşamadan Kürt illerinin, ilçelerinin sokaklarını ıslık çalarak dolaşabilsin, ana dillerinde eğitim alabilsin, köylerine ve çocuklarına Kürtçe isimler verebilsinler ve böyle mütevazı imtiyazların karşılığı ise bir daha hayatlarımız olmasın!

Üç kuşağın ölüme gittiği yerde, dördüncü kuşağın da ölümlere ihale edilmemesi için kendi adıma ben de umutlu bir beklentinin rehavetine kapılmaktan yanayım. Her ne kadar sorunu çözmek adına belki de sadece prosedür heyeti olarak konuşlandırılan “akil adamlar”ın arasında kimilerinin Orhan Gencebay gibi ”Devletimiz istedi o yüzden katıldık” diyen bir mantalite o heyette baskın çoğunluğu oluştursa da ve Cengiz Çandar, Mehmet Altan vb. gibi hayatlarını askeri vesayetin tasfiye edilmesi ve halkların-kültürlerin özgürleşmesi için mücadeleye adamış seçkin aydınlar bu listelerde yer almasalar da, bu sürecin kardeşliğimizden ve özgürlüğümüzden yana bir şeyleri yoluna koyabileceğine inanmaktan yanayım.

Yeni anayasanın kültürlerimizin, halklarımızın kardeşliğinin lehine olması temennisi, bu süreçte takınılacak en anlamlı ve vicdanlı tutum olarak görünüyor bana da.

Posttravmatik enkazımızın kısmen onarılması ve savaş koşullarının yarattığı ağır, onulmaz tahribatlar nedeniyle Kürt halkının nispi oranda deyim yerindeyse biraz rehabilite olup soluklanabilmesi için şimdilik makul bir sosyopsikolojik-siyasal bir duraktır bu. 

Sınıfsal Rasyonalite 

Kürt kimliğinin resmi tarihin memesinden koparılıp tarihin sahnesinde özgürleşip meşrulaşacağı yerde, aydınların ise bu kez de diğer ötekileştirilmiş kimliklerin özgürleşmesi için, emeğin özgürleşmesi için, kadının özgürleşmesi ve eşit insan olabilmesi, oradan insana varıp insanın özgürleşmesi için sınıfsal mücadelesi ise kuşkusuz devam edecektir.

Bu yeni sürecin getireceklerinden sonra bilincini özgürleştirmiş Kürt aydınlarının soruları, sorunları kuşkusuz sona ermeyecek, bu kez feodaliteye dair itirazları, ekolojik sorunlara ilişkin kaygıları ve salt sınıfsal mücadeleyi de değil, insan ve toplum ilişkisinin en mide bulandırıcı kesitini oluşturan her tür iktidar biçimine karşı mücadele etmeyi de elbette süreceklerdir. Bu yüzden belki bu kez de belki Kürt Mahkemeleri’nde yargılanacaklardır.

Bir avukat arkadaşımız: ” Ben Güney Kürdistan’ı ziyaret edince, sorunun ulusal değil, aslında sınıfsal olduğunu anladım” diye yazmıştı. Belki Kürt aydınları da kimlik meşruiyetinden sonra sorunun can alıcı boyutunun sınıfsal olduğunun ayırdına varacak ve bu kez de bir sınıfsal kalkışma için rötarlı olarak yola koyulacaklardı.

Fakat mücadele biçimlerinin ahvali ne olursa olsun, bir şiirimin finalindeki gerçeklik ise hiç değişmeyecekti: “Ve ant olsun ki hiçbir toprak ve hiçbir vatan, daha kutsal değildir insandan!”

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.