MOLLA FEYZİ'DEN PROF. AHMET AKGÜNDÜZ'ÜN ‘ŞECERE’SİNE MÜSKİT CEVAP (2)
Prof. Ahmet Akgündüz'ün ‘Şecere’sine Şark’ın Medrese Hocalarından Molla Feyzi Güzelsoy'dan susturucu cevap...
25 Nisan 2013 Perşembe 13:00
Kıymetli Kardeşlerim,
1 Nisan 2013 Pazartesi günü “Said Nursi şeceresine gelen itirazlara cevap” adı altında o malum hocaya ait bir yazıyı Risale Haber sitesinde müşahede ettim. Mühim yerlerini dikkatle okudum. Baktım ki o hocamız, akl-ı selimin semasından ve ilm-i hikmetin nücum ve yıldızlarından nazil olan delâil ve berâhin-i kat’iyye karşısında iflas etmiş çırpınmakta ve gelen itirazlara cevap vermekten ziyade, yakaza aleminde bulamadığı hakikatleri, alem-i menamdan ve rüya tabircilerinden ve Risale-i Nur’un sarahatine zıt olan hurâfevâri hikayelerden medet ve destek beklemektedir.
Bununla da yetinmemekte, herkese kendi penceresinden bakarak ve kıyas-ı binnefs yaparak, ya ‘Türk Milliyetçiliğiyle’ ya da ‘Kürt Milliyetçiliğiyle’ ittiham etmekte ve onlara haram suyu püskürtmektedir. Halbuki ben bütün ruh u canımla inanıyorum ki ne Türkler ne de Kürtler Üstad-ı Zişan olan Bediüzzaman’a isnad edilen seyyidlik faziletinden asla rahatsız değiller. Ancak o mübarek kardeşlerimiz her ne kadar akılları görmese de, o hassas ruhları bu işin içine pest ellerin girdiğini hissetmişler. Onun için haklı olarak tenkid etmeye başlamışlar. Buna delil mi istersin: Bak şimdiye kadar, üstadın seyyidliği hakkında çok kişilerden, hatta üstad ile beraber yaşamış olan zatlardan rivayet geldiği halde kıyamet kopmamış ve kimse rahatsız olmamıştı. Demek ki o Hocaefendi, bu hizmetiyle Hz. Üstad’a bir kuvvet, bir fayda vermediği gibi o Üstad-ı Âlicenâb’ın ‘mehdilik’ ve ‘seyyidliğini’ tartışılır hale getiremeye vesile oldu.
Gel gelelim bu efendinin, benim hakkımda ortaya attığı iddia ve iftiralarına bir göz atalım. Bak kendisi on maddeden ve on sayfadan müteşekkil itiraznamemin tek bir maddesine tek bir cevap bulamadığı için o kapıyı çalmamış, aksine bu sefer iddia ve iftiraya ve sokak ağzıyla konuşmaya başlamıştır. Güya ben çok ileri giderek, Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir Bey’e medhiyeler yazmışım. Hakikat-ı hal beyan edilirse bu zatın hâlet-i rûhiyesi ve psikolojik dengesi net olarak ortaya çıkacaktır.
Hakikat-ı hâl şudur ki: Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir Bey, birkaç defa Hazreti Süleyman Eğitim Vakfı bünyesinde hizmet eden Diyarbakır Nur Cemaatini ziyaret etmiş ve aralarında samimi, dostane bir ilgi ve alaka peydâ olmuştur. Buna mukabil geçen Ramazan-ı Şerif’te ben ve o hocanın yakın akrabası olan “HASEV” vakıf başkanı “Adnan Budak” ve Diyarbakır Nur Cemaati içinde ehl-i hizmet bir arkadaşımız olan Abdullatif Çelik ile aramızda cereyan eden bir meşveret kararı neticesinde “Osman Baydemir Bey”i makamında ziyaret etme kararı almış ve kendisini ziyaret etmiştik.
Ben ziyaret öncesi, Kürtçeye çevirdiğim ve RNK Yayınları tarafından basılmış olan Risale-i Nur’dan “Küçük Sözler”, “Yirmi Üçüncü Söz” ve “Yirminci Mektub” risalelerini ihtiva eden bir kitabı da yanıma almıştım. Sohbet esnasında ben o kitabın birinci sayfasına bir dua yazarak başkana takdim ettim. Kendisi de memnuniyetini ifade etti ve bu kitabı dikkatle okuyacağını söyledi. İşte medhiye denilen mesele bundan ibarettir.
Allah aşkına bundan daha güzel, daha insanî ve daha ahlakî bir davranış şekli var mı? Ben çok merak ediyorum, acaba eğer “Osman Baydemir” yerine MHP’den bir belediye başkanı olsaydı, yine bu kadar rahatsız olur muydu? Herhalde cevabını beklerim.
Mesele ikinci iftiraya gelince: Güya ben PKK hereketini şanlı bir mücâdele diye tavsif etmişim. Ben bütün kuvvetimle bunu reddedip hiçbir asıl ve esasa dayanmadığını ve iftira olduğunu bütün kardeşlerime ilan ediyorum. Eğer böyle bir kelime ağzımdan çıkmış ise kendisi de isbat ederse, elbette ben onu tebrik ederim. Aksi takdirde ben onu Aziz-i Cebbar ve Kahhar-ı Müntakim olan Allah’a havale ederim.
Hele ki ülkemizde muharebe ve mücâdele değil, belki müzâkere ve musâlahanın plan ve projeleri te’sis edildiği bir hengâmda böyle kışkıştırıcı ifadeleri kullanmakla neye hizmet ettiğini ben şahsen anlamakta zorluk çekiyorum.
Kıymetli kardeşlerim bu meselenin de hakikatı şudur ki; geçen yaz mevsiminde Bingöl Üniversitesi’nde “Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm” adı altında bir sempozyum düzenlendi. Ne talihsizliktir ki ben ve o malum Hoca oraya konuşmacı olarak davet edilmiştik. Önce kendisi kürsüye çıktı, onun konuşması bittikten sonra ben konuşmamı yaptım. Fakat ben konuşmamı daha önce hazırladığım bir metne dayanarak yapıyordum. Bu nedenle konuşmam kayıt altındadır. Her vakit müracaat edilebilir ve bu mesele araştırılabilir.
Halbuki ben eskiden beri, bu asırda Kur’an-ı Azimüşşan ve Şeriat-ı Garra’nın hakimiyeti için bile, ülke dahilinde silahlı mücadelenin meşrûiyetine inanan bir kimse değilim. Dolayısıyla dünyevî ve millî bir mesele için bu kadar kan dökülmesine taraftar olmam ve şanlı bir hareket şeklinde tavsif etmem düşünülemez!
Evet, ben Kur’an’dan ve onun hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur’un şefkatkârane düsturlarından aldığım ders-i imanîye binaen daima müsbet hareket etmek, menfi hareket etmemek prensibini meslek ittihaz etmişimdir. Fesübhanallah! Fikr-i siyasi ve huzuzât-ı nefsâni insanı ne hale getiriyor? Ayrıca, sahte mehdiden bahsediyor. Güya benim itiraznâmem o sahte mehdiye ve başka zatlara bir mesned haline gelmiştir. Ancak kimleri kastettiğini tam bilemiyorum. Bununla birlikte malum hocaya derim ki:
“Ey muhterem Hocam ve ey değerli hemşerim! Müsterih ol, rahat et, moralini de bozma. İnşallah aldanmayız ve yanlış anlamayız. Çünkü bizim nazarımızda hiçbir zaman sahte belgeciler, sahte mehdilere yetişemezler. Zira Üstad-ı Alicenâp eski zamanda, mehdi olmayan fakat mehdilik iddiasında bulunan bazı zâtlara nazar-ı müsamaha ile bakmış ve onları bir derece mazur görmüştür. Ama sahte belgeciler ise öyle değil, belki onlar hakkında tehdid-i azim vardır diye hadislerde rivayet edilmiştir.”
Mesele Abdülkadir Badıllı Ağabeyimizin bana irşadkârâne gönderdiği maile gelince: Ben birkaç ay evvel üstadın seyyidliği hakkında, takriben 60 sayfalık bir yazıyı meşveret niyetiyle ona göndermiştim. Ancak cevap bana gelince baktım ki Şeyh Abdülkadir-i Geylani Fütuhu’l Gayb adlı kitabında bir talebesine hitap ederken celalli ve hiddetli hitap ettiği gibi kendisi de bana celalli ve hiddetli bir şekilde hitap etmiştir. Önce hikmetini bilmedim, sonra anladım ki tenkid maksadıyla değildir. Belki sırr-ı şefkat ve rûh-u uhuvvetten gelen bir irşad tarzıyla beni ikaz etmiştir.
Ben de bu celalli irşadını manevi bir iltifat suretinde telakki ettim ve ondan bir ders-i hikmet çıkarmaya çalıştım. Evet, evet… İki Abdülkadir böyle bir sıfatta birbirine yakın olması garip karşılanamaz. Ancak o kitabım halen durmakta ve üzerinde çalışmalarım devam etmektedir. İşte hakikat-ı hal böyleyken ve o kitap halen elimdeyken, Abdülkadir Badıllı ağabeyimin bana irşad niyetiyle ve nasihat maksadıyla gönderdiği hususi ve nâmahrem mektubunu başka maksatlara çekmek ve onunla yakın bir dostunu tenkid etmeye çalışmak, hatta birkaç iftirayı da ona eklemek ne kadar ahlakî ve ne kadar edebî olduğunu ehl-i hikmet ve ehl-i ferâsetin takdirlerine havale ederim.
Şunu da ifade etmek isterim ki: Eğer bu mektubun Risale Haber Sitesi’nde ve daha önce de bir ulusal televizyonda yayınlanması, Badıllı Ağabeyimizin izin ve müsaadesiyle olmuş ise, elbette hoş karşılanamaz. Ancak, o mübarek zatın bundan haberdar olduğuna inanamıyorum. Zira o zaman gaye irşâd değil ifsâd olur. Buna binaen bu işi taharri edip sorgulamak ve faillerini tenkid etmek ona aittir. Eğer bunu yaparsa elbette ulüvv-ü cenâplık yapmış olacaktır.
Mesele Abdülkadir Badıllı Ağabeyimizin mektubuna gelince, ben o halis mektuba redd-i cevap niyetiyle birşey yazmak istemiyorum. Belki o mübarek mektubu kendi emeline alet eden malûm zata cevaben derim ki: Ben mektubun muhteviyatını iki şıkta mütalaa ediyorum.
Birinci şık; benim nefsime isnad edilen kibir, ucub ve gurur gibi süfli evsaflardır.
İkinci şıkta ise; Risale-i Nur’dan bazı mana ve mülahazaları yanlış anladığım ifade edilmektedir.
Birinci şıkka cevaben derim ki: “Ben tevazu suretinde demiyorum. Belki bütün ruh-u canımla inanıyorum ki, nefsime isnad edilen kibir, ucub ve gurur gibi ahlak-ı malûme ve evsaf-ı mezmûme hepsi bitamamiha bende mevcuttur. Ben de sizin gibi onlardan cidden nefret ederim. Onun için ben avukat gibi kendi nefsimi müdafaa edemem. Çünkü bunun vebali çok büyüktür. Ancak ben o nefsimin ıslahı için sizden dua ve himmet beklerim.
Mesele ikinci şıkka gelince; güya Hz. Üstad kendine hem müceddidliği hem iman noktasında mehdiliği kabul ettiği halde; ben ise hem müceddidliğini, hem mehdiliğini, hem seyyidliğini milli asabiyet namına red ve inkar etmişim. İtirazlarının hülâsası bundan ibarettir. Ben de buna cevaben derim ki:
Yanlış bir anlaşılma var. Ben onları hiçbir zaman red ve inkar etmemişim ve dememişim ki “benim kanaatime göre Hz. Üstad mehdi değil yahut müceddid değil veyahut seyyid değil!”. Zira o ne benim hakkımdır, ne de benim haddimdir. Belki ben kalben, Hz. Üstadın hem mehdiliğini hem müceddidliğini ve hem seyyidliğini bütün ruh u canımla dergah-ı ilahiyeden temenni ve niyaz ediyorum ve kendimi ona taraftar da hissediyorum. Bununla birlikte, benim iddiam şudur ki:
Üstad-ı Zişan olan Bediüzzaman Hazretleri kendi şahsına hem mehdiliği, hem müceddidliği, hem seyyidliği asla kabul etmiyor. Aksine bu makamları Risale-i Nur’da sarih bir şekilde reddediyor. Müceddidliği sadece Risale-i Nur’a veriyor ve onun bir nevi mehdiliğini kabul ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti de şudur ki; Risale-i Nur’u kendi malı saymıyor. Çünkü üstada göre:
“Risale-i Nur'un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevi lisanıyla Kur'ân’dan gelmiş. Yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil, belki o tercümanın muhatapları ve ders-i Kur'ân’da arkadaşları olan halis ve metin ve sadık zatların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle, o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nur'un ve şakirtlerinin şahs-ı manevisinin hakikatini onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlassızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm şerefi bulunabilir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 63)
Haydi bu hakikat-ı ulyâyı ve bu mesele-i uzmâyı teyid eden bir izahı yine Üstad’dan dinleyelim. Bak bu İmam-ı Muazzam ve Üstad-ı Muhterem Yirmisekizinci Mektup’ta diyor ki:
“Sözler hakkında tevazu suretinde demiyorum; belki bir hakikatı beyan etmek için derim ki: Sözler'deki hakaik ve kemalât, benim değil Kur'anındır ve Kur'andan tereşşuh etmiştir.“
Başka yerde yine diyor ki: “İşte, bunun gibi, ben de, sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîmin hakaikinden telemmu’ etmiş şualardır.” (Barla Lahikası, s. 12)
Hem diyor ki: “Baki bir hakikat fani şahsiyetler üstüne bina edilemez.” (Mektubat)
Hem diyor ki: “Bunu kat’iyyen ilan ediyorum ki, Risale-i Nur Kur’an’ın malıdır, benim ne haddim var ki sahip olayım.” (Emirdağ Lahikası)
Kıymetli kardeşlerim bundan net anlaşılıyor ki: Hz. Üstad kendi şahsını ayrı ve Risale-i Nur’u ise ayrı bir kategoride mülahaza etmekte ve her birisine ayrı ayrı hükümler biçmektedir. İşte Sikke-i Tasdik-i Gaybiye’den aleyhimde nakledilen ibarede Üstad-ı Âlicenâp Risale-i Nur’a bile mehdiliği münasip görmeyerek müceddidlik ve Mehdi’ye pişdarlık vazifesini bize tavsiye etmiş ve demiş ki:
“Onun için, Nurlara o ismi (ahir zamanda gelecek zatın ismini) vermek münasip görülmüyor. Belki müceddittir, onun pişdarıdır, denilebilir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi)
Mesele Risale-i Nur’a isnad edilen bir nev’i mehdilik makamına gelince kendine değil belki Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine vermektedir. Bak üstad-ı zişan diyor ki:
“Nur şakirdleri birinci vazifeyi (yani hizmet-i imaniyeyi) tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci, üçüncü vazifeleri de, buna nisbeten ikinci, üçüncü derecededir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi mehdi telâkki ediyorlar.” (Şualar, On Dördüncü Şua)
Ama mesele onun şahsına gelince: Bu zat-ı mübarek olan Hz. Üstad, Risale-i Nur’un müteâddid yerlerinde, sarih bir şekilde hem mehdiliğini, hem müceddidliğini, hem de seyyidliğini kabul etmeyerek reddetmiştir ve Risale-i Nur’un hiçbir yerinde “Ben Mehdiyim, mücediddim veya seyyidim” dememiştir. Ancak ben bu hakikatlerle meşgul iken birden latif, zarif, şirin ve ulvî bir hakikatı tahattur ettim. Şöyle ki:
Üstadın bu reddiyesi, onun karîha-i ilmiyesinden ve kanaat-ı kalbiyesinden çıktığı için onu bağlar. Vâkî ve nefsü’l-emre bakmayabilir ve onu tağyir ve tebdil etmeyebilir. Yani şayet indallah Hz. Üstad’a ait mehdilik, müceddidlik ve seyyidlik gibi harika kemalat ve ali makamat varsa ve mukarrer ve mukadder ise elbette bu Zat-ı Mübarek’e haberi olmadan ve muntazır değil iken “rızki min haysu la yehtesib” kâbilinden ahirette ona verilebilir. Hatta verilmesi için bütün ruh u canımızla dergah-ı ilahiyeden temenni ve rica ederiz. Evet evet en büyük bir ihsan-ı ilahi insana ihsanını ihsas ettirmemektir.
Ama eğer mehdilik ve müceddidlik gibi makamatlar açık bir şekilde dünyada bu üstad-ı âliye verilse, sırr-ı ihlasa binaen asla almaz ve kabul etmez. Fakat bu gaybi tahmin sadece bir kanaat-ı kalbiye olabilir. Zahir bir delile dayanmadığı için bir hakikat-ı ilmiye olamaz ve bu fikre başka bir kişi davet edilemez.
Kıymetli kardeşlerim, ben burada zarîf ve latif bir nükte-i ilmiyeye nazar-ı dikkatinizi çekmek isterim. Zira o bir miftah gibi, bir anahtar gibi inşaallah Risale-i Nur’un muğlak ve müşkil yerlerini bir derece açmaya vesile olacaktır. Şöyle ki:
“Eğer denilse: Siz dediniz ki: Şayet dünyada Mehdilik ve müceddidlik gibi harika makamat ve âli kemalât üstada verilmiş olsa bile sırr-ı ihlasa binaen Üstad o makamatı kabul etmezdi. Ama siz orada seyyidlikten bahsetmediniz! Buna binaen biz de deriz ki: Şayet ona seyyidlik verilseydi durum nasıl olurdu diye çok merak ediyoruz!”
Ben bu soruya cevaben derim ki: Üstad-ı Âlicenâb dünyada mehdilik ve müceddidlik gibi makamât-ı âliyeyi sırr-ı ihlasa muvafık görmüyor. Zira Risale-i Nur makamat-ı dünyeviye şöyle dursun, belki makamât-ı uhreviyeye de alet olamaz. O sıkleti bile kaldıramaz. Ama maddi ve manevi seyyidlik ise öyle değildir. Çünkü namazda Âl-i Muhammed’e (ASM) yapılan duanın altına girmeye vesile olduğu ve harika makam olmadığı ve üstadın ruhunda acîb bir acz ve fakr dercedildiği için makamatları kazanmak maksadıyla değil belki Rahmet-i İlahiyenin celbine vesile olduğu için üstadımız taraftar olup ondan kaçmamıştır. Olsa olsa üstad-ı âlicenâb o seyyidlik sayesinde salih bir adam olur. Bu ise imanın gereğidir, harika bir makam değildir.
Ayrıca maddi seyyidlik, manevi seyyidlik gibi değildir. Hükümleri bir derece birbirinden ayrıdır. Çünkü manevi seyyidlik, takva sırrına dayandığı için ihtiyar-ı beşere havale edilebilir. “İstiyor musun, istemiyor musun?” diye sorulabilir. Ama maddi seyyidlik ise ihtiyar-ı beşere tabi olmadığı ve direkt kudret-i Rabbaniye’den çıktığı için red ve inkar edilmez. Belki red ve inkarı günah-ı kebairdendir. Bu nedenle hiç kimse nesebini bilerek inkar edemez. Bu sırrı-ı azime üstadımız işaret eder ve “Muhakemat” adlı kitabında der ki:
“Seyyid olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim diyenler, ikisi de günahkar ve duhul ile huıuc haram oldukları gibi hadis ve Kur’an’da dahi ziyade veya noksan etmek memnu’dur.”
Bu hakikate binaen, hiç kimse, “Hz. Üstad kendisini seyyid bildiği halde bazı maslahatlara binaen seyyidliğini inkar etmiştir” diye iddia edemez. Zira bu çirkin bir hatadır ve meczubâne bir iddiadır.
Bundan dolayı derim ki: Ey hayali arkadaşım gel, senin kulağına bir şey söyleyeyim. Ta onunla benim hakkımda nefis ve şeytandan size gelen evhamları biraz sileyim. Emin olun, ben üstadın maddi ve manevi seyyidliğine taraftarım ve öyle olması için her dem dergah-ı ilahiyede ricakarım, hatta ümidvarım. Fakat onunla beraber hudud ve sınırları zorlamak da bir fazilet değil. Hayalât ve hikayâtın peşinde koşup onlarla bir şeyi ispat etmeye çalışmak da bir hakikat değil.
Unutmayalım ki hakperestlik ayrı bir şey, hayalperestlik ise tamamen ayrı birşeydir. “Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali hakikata karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder. Zira müvazenet ve tenasübden naşi olan hüsnü, مِنْ حَيْثُ لاَ يَشْعُرُ ihlâl eder. Nasıl ki bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ'e inkılab etmektir.’ (Muhakemat)
Ey meslek-i hakikati bırakıp hayalat peşinde koşan sergerdan hayali arkadaşım, eğer sen bu mesele-i ulyayı ve bu hakikat-ı uzmayı Risale-i Nur’un cerh edilmez kat’i hüccetlerinden ve Üstad-ı Zişanın direkt sadık lisanından çıkan metin hakikatlarından kat’i olarak öğrenmek istersen: “Hakikatın keşfine mani olan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı muhalif ve tarafdar-ı nefis cihetiyle asılsız evhamını bir asla irca' etmekle kendini mazur göstermek ve müşterinin nazarı gibi yalnız meayibi görmek ve çocuk tabiatı gibi bahane ile mahane tutmak gibi emirlerden nefsini tecrid ile şartıma müraat edebilirsen huzur-u kalb ile dinle: ” (Muhakemat)
Bak 4 Ağustos 1334 tarihinde Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye azalığına tayin edilen Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri, Meşihat’e verdiği tercüme-i hal varakasında Bitlisli olduğunu, isminin Said ve şöhretinin Bediüzzaman olduğunu yazmıştır. Ayrıca, pederinin ismini Mirza, annesinin ismini ise Nuriye Hanım olarak tavsif etmiştir. Devamında bir sülale-i marufeye nisbetim yoktur, mezhebim şafiidir, Devlet-i Aliye-i Osmaniye tabiiyatındanım diye tercüme-i hal varakasını doldurmuştur.
Üstad-ı Zişan olan bu insan-ı kâmil tercüme-i halinde “Bir sülale-i marufeye nisbetim yoktur” cümlesine benzer bir cümleyi de “Münazarat” adlı kitabında dile getirmiş ve demiştir ki: “Meşhur bir nesebim yoktur ki mazisini muhafazaya çalışayım”. Hem bu Dahi-yi Azam ve İmam-ı Muhterem Yirmi Altıncı Mektup’ta aynı hakikatı başka bir libasta göstererek demiş ki: “Hem asil bir hanedandan olmadığından hısset derecesinde iktisada düşkün ve pest ahlaklar görülüyor”
Hem On İkinci Şua’da Ahmet Hüsrev’in mübarek hattıyla şu ibare geçmektedir: “Ben seyyid değilim. Mehdi ise Al-i Beyt-i Nebeviden olacaktır.” (Osmanlıca Şualar, s. 288) Hem On Dördüncü Şua’da şu ibare geçmektedir: “Ahir zamanın o büyük şahsı, neslen Al-i Beytten olacak. Biz nur şakirtleri ancak manevi al-i beytten sayılabiliriz.” Hem Emirdağ Lahikası’nda demiş ki: “Ben kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki ahir zamanın o büyük şahsı Âl-i Beytten olacaktır.”
Yine Emirdağ Lahikası’nda demiş ki: “Gerçi manen ben, Hz. Ali’nin bir veled-i manevisi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed (ASM) bir manada hakiki nur şakirtlerine şamil olmasından ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim.”
Hem On Dördüncü Şua’da da: “Savcı iddianamesinde: “Said, Hazret-i Ali'nin (R.A.) ilm-i hakikat itibariyle şakirdi olduğumdan, manevî evlâdı olabilirim, demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatını kabul etmiş görülmektedir.” (Şualar, 14. Şua) demesine karşı üstad diyor ki: “Ben de manevî Âl-i Beyt'ten sayılabilirim demekten maksadım; bir kısım müçtehidlerin وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ duasında, "Seyyid olmayan fakat ehl-i takva bulunanlar, o duada dâhildirler" dediklerinden, o umumî duada benim de bir hissem bulunması için ricakârane bir te’vildir. Yoksa o hatakârane mana hiç hatırıma gelmemiş.”
Hem bu Üstad-ı Zişan olan Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri kendi mehdiyyeti, kendi müceddidliği ve kendi seyyidliği hakkında fikrini beyan ederken, On Dördüncü Şua’da Ahmet Hüsrev’in hattıyla aynen şunları söylüyor:
“İddianamede benim hakkımda dört esas var.
Birinci esas: Güya bende tefahur ve hodfuruşluk var ve kendimi müceddid biliyorum. Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. Hem mehdîlik isnadını hiç kabul etmediğimi bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hattâ Denizli’deki ehl-i vukuf “Eğer Said mehdîliğini ortaya atsa bütün şakirtleri kabul edecek” dediklerine mukàbil, Said, itiraznamesinde demiş ki: “Ben Seyyid değilim. Mehdi Seyyid olacak” diye onları reddetmiş ve hiçbir vakit hatırıma gelmemiş ve dememişim ki benim mehdiliğim var.
Yalnız bir defa bir risalede demişim ki: Ahir zamanda gelecek Al-i Beyt’ten Hz. Mehdi’nin çok vazifelerinden bir vazifesi olan iman-ı tahkiki ile ehl-i imanı kurtarmak vazifesi Risale-i Nur’da misli var. İnşallah o zat geldiği vakit Risale-i Nur’u o cihette bir program yapacak dedim. Yoksa ben seyyid olmadığım gibi hiçbir vakit böyle haddimden yüz derece ziyade hülyalarda bulunmadım ve Risale-i Nur’un bazı hüsn-ü zanlı talebelerinin mübalağakarane, mahremce üstadına haddinden ziyade hüsn-ü zan edip Risale-i Nur’un hadimliği itibariyle bazı böyle müceddid gibi ünvanları verdikleri için onları reddedip hatırlarını kırmışım.”
Hem Barla Lahikası’nda kendi makamı hakkında demiş ki: “Senin şu aciz ve fakir ve hiç ender hiç olan kardeşin bin derece haddimin fevkinde olarak kendimi o gelecek adam olduğumu iddia edemem. Hiçbir cihetle liyakatım yoktur. Fakat o ileride gelecek acip şahsın bir hizmetkarı ve ona yer hazır edecek bir dümdarı ve o büyük kumandanın pişdar bir neferi olduğumu zannediyorum ve ondandır ki sen de yazılan şeylerden o acip kokusunu aldın.”
Hem acip ve bedi’ olan bu Üstad-ı Zişan, Sikke-i Tasdik-i Gaybi adlı kitabında Risale-i Nur’un hüsn-ü tesirinden ve yaptığı manevi fütuhatından bahsederken şunları söylüyor:
“Hem öyle kökleşmiş ki, inşaallah hiçbir kuvvet Anadolu'nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ ahir zamanda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirtleri Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah'a şükrederiz.”
Hem O Üstad-ı Zişan Kastamonu Lahikası’nda demiş ki:
“Aziz kardeşlerim,
Sadakatınızdan tereşşuh eden ve haddimin pek çok fevkinde hüsn-ü zannınıza karşı bundan evvel verdiğim cevabın bir tetimmesi olarak, bu gelecek fıkrayı iki gün evvel yazmıştık. Sizin fevkalâde sadakat ve ulüvv-ü himmetinizden tereşşuh eden bir hafta evvelki mektubunuza karşı hüsn-ü zannınızı bir derece cerh eden benim cevabımın hikmeti şudur ki:
Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zat dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.”
Hem yine Kastamonu Lahikası’nda geçen mektuptaki şu ifadelere bakınız:
“Azîz, Sadık, Muhterem Kardeşimiz Hoca Haşmet!
Senin, müceddid hakkındaki mektubunu hayretle okuduk ve Üstadımıza da söyledik. Üstadımız diyor ki: Evet bu zaman hem îman ve din için, hem hayat-ı içtimai ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i îmaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür.
Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, îmanî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i dîniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mâna veriyorlar.
Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte, bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, âdeten kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî'nin (A.S.M.) cemaat-ı nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi'nin ve cemaatindeki şahs-ı mânevîde ancak içtima 'edebilir. Bu asırda, Cenâb-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur'un hakikatına ve şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsine, hakaik-i îmaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fâtihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i îmanın îmanlarını kurtardığını kırkbinler adam şehadet eder.
Amma benim gibi âciz ve zaîf bir bîçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklemek tarzında, şahsımı medar-ı nazar etmemeli diyor ve size selâm ediyor. Biz de zâtınıza ve oradaki Risale-i Nur'la alâkadar olanlara selâm ediyoruz.”
Bakın kıymetli kardeşlerim, bu mektuptan net anlaşılıyor ki: Her ne kadar Risale-i Nur iman hususunda bir tecdid-i din yapıyorsa da; hem şeriat hem de hilafet-i Nebeviye için birer müceddide ihtiyaç var ve onlar gelip bu vazife-i uzmayı yerine getirmeye çalışacaklar. Bunları inkar etmek meczubane bir iddiadan ibarettir.
Hem Üstad-ı Zişan Emirdağ Lahikası’nın 1. kısmında;
“Aziz, sıddık kardeşlerim,
[Maddi ve manevi bir sual münasebetiyle hatıra gelen bir cevaptır.]
Deniliyor ki: "Neden Nur şakirtlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları ve kat i kanaatleri, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine medar olan bir makamı ve kemalatı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur’a verip, kendini çok kusurlu bir hadim gösteriyorsun?"
Elcevap: Hadsiz hamd ve şükür olsun ki, Risale-i Nur’un öyle kuvvetli ve sarsılmaz istinad noktaları ve öyle parlak ve keskin hüccetleri var ki, benim şahsımda zannedilen meziyete, istidada ihtiyacı yoktur. Başka eserler gibi müellifin kabiliyetine bakıp, makbuliyeti ve kuvveti ondan almıyor. İşte meydanda, yirmi senedir kat’i hüccetlerine dayanıp, şahsımın maddi ve manevi düşmanlarını teslime mecbur ediyor.
Eğer şahsiyetim ona ehemmiyetli bir nokta-i istinad olsaydı, dinsiz düşmanlarım ve insafsız muarızlarım kusurlu şahsımı çürütmekle, Nurlara büyük darbe vurabilirdiler. Halbuki o düşmanlar, divaneliklerinden, yine her nevi desiselerle beni çürütmeye ve hakkımda teveccüh-ü ammeyi kırmaya çalıştıkları halde, Nurların fütuhatına ve kıymetine zarar veremiyorlar. Yalnız bazı zayıf ve yeni müştakları bulandırsa da vazgeçiremiyorlar.
Bu hakikat için, hem bu zamanda enaniyet ziyade hükmettiği için, haddimden çok ziyade olan hüsn-ü zanları kendime almıyorum. Ve ben, kardeşlerim gibi, kendi nefsime hüsn-ü zan etmiyorum. Hem kardeşlerimin bu biçare kardeşlerine verdiği makam-ı uhrevi, hakiki, dini makam ise, Mektubat’ta İkinci Mektubun ahirindeki kaideye göre, şahsıma verdikleri manevi hediye olan kemalatı, eğer -haşa!- ben kendimi öyle bilsem, olmamasına delildir. Kendimi öyle bilmesem, onların o hediyesini kabul etmemek lazım geliyor." Hem kendini makam sahibi bilmek cihetinde enaniyet müdahale edebilir.
Birşey daha kaldı ki, dünya cihetinde hakaik-i imaniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi tesir eder denilebilir. Bunda da iki mani var.
Birisi: Faraza velayet olsa da, bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velayetin mahiyetindeki ihlas ve mahviyete münafidir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhar ve dava edemezler; onlara kıyas edilmez.
İkinci mani: Pek çok cihetlerle çürütülebilir ve fani ve cüz’i ve muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahip olsa, Nurlara ve hakaik-i imaniyenin fütuhatına zarar gelir. Fakat bir nokta var ki, mucib-i şükrandır: Ehl-i siyasetteki düşmanlarım, mezkur hakikatleri bilmedikleri için, şerefli, izzetli Eski Said’i düşünüp mütemadiyen Nurlar bedeline benim şahsıma ihanet ve tenkis etmekle meşgul oluyorlar. Bazı mutaassıp enaniyetli hocaları da şahsımın aleyhine çeviriyorlar, güya Nurları söndürmeye çalışıyorlar. Halbuki Nurları daha ziyade parlattırmaya vesile oluyorlar. Nurlar, adi şahsımdan değil, Kur’ân güneşinin menbaından nurları alıyor.”
Kıymetli kardeşlerim, Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri Kastamonu Lahikası’nda mehdiyyetine ısrar edenlerin Risale-i Nur’a verdikleri zarara dikkati çekiyor ve diyor ki:
“Risale-i Nur'un hakikatıyla ve şakirtlerinin şahs-ı mânevîsiyle tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını biçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avâmın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nispeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mesele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına râcih gördüklerinden, o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılâpçı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur'a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mâni olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hatâ, hem zarar büyüktür.
Kader-i İlâhî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümit besleyenlerin ümitlerini tâdil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ulemadan ve sâdâttan ve meşayihten ve ahbaptan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı, o ifratı tâdil edip adalet etti. "Size, kâinatın en büyük meselesi olan iman hizmeti yeter" diye, bizi merhametkârâne o hadiseye mahkûm eyledi. Sonra, lillâhilhamd, o muarızı susturdu, o ateşi söndürdü. Fakat münafıklar söndürmemek için çalışıyorlar.”
Bakın kıymetli kardeşlerim, mezkur hakikatlerden net anlaşılıyor ki: Bu Üstad-ı Alicenâb olan Said-i Nursi Hazretleri, Risale-i Nur’a ve onun şahs-ı manevisine müceddidliği ve bir nev’i mehdiliği isnad etmiş ancak gerek mehdilik ve müceddidliği gerekse nesebi seyyidliği kendi şahsı için kabul etmemiş aksine daima reddetmiştir. Hatta bu mesele için bazı kardeşlerinin hatırlarını bile kırdığını ifade etmiştir.
Eğer bu sırr-ı azimi tam anlamak ve mehdilik makamı Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine ne kadar zararlı olduğunu görmek istiyorsan gelecek hakikate kulak ver. Bak bu Üstad-ı Muazzam diyor ki:
“Nurların fütuhatını kalben temaşa ederken, bazı has kardeşlerimin Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nisbeten fütuhat az olmasından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i İlahiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler derece şükür ve sırf rıza-yı İlahî noktasında bazı bîçarelerin Nur’la imanlarını kurtarmak cihetiyle binler hamd, sena ve şükür lâzımken, bir teşekki ve sıkıntı geldi. Sonra mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki: O fütuhatta binler hamd ü sena ve teşekkür ve manevî sürur ve sevinç ruhuma geldi. Ben o halde iken anladım ki, makamat-ı maneviye dahi mesleğimizde mevzubahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa, meslek-i Nuriyedeki ihlas-ı tamme bırakmağa mecbur eder.” (Maidet-ül Kur’an, Tılsım Mecmuası’nın Zeyli)
Kıymetli Kardeşlerim! Hakikat-ı hâl böyle iken bazı zatlar kâsır fikirleriyle ve nâkıs nazarlarıyla bu mesele-i ulyânın ve bu hakikat-ı uzmânın yüksek makamına çıkamadıkları ve bu hakikatı dar akıllarına sığıştıramadıkları için kendilerini kandırdıkları gibi başkalarını da kandırmaya çalışmışlar; hatta kendileri gibi düşünmeyenleri de cehalet ve asabiyet-i milliye ile ittiham etmeye başlamışlardır.
Güya onlar Risale-i Nur’un has talebeleridirler; Molla Feyzi gibi şahıslar ise cahil, nâdân ve onlar gibi fikrî asabiyet-i milliye ile âlûde olmuş ve hissî duyguların bataklığında boğulmuştur! Halbuki Risale-i Nur’un has talebeleri ve üstad ile beraber olan sadık şakirtleri bile Hz. Üstad’a mehdilik makamını musırrâne vermeye çalıştıkları halde; bu kanaatin Risale-i Nur’da mevcut olduğunu veya üstadımızın da kendini mehdi-i azam bildiğini iddia etmemişlerdir. Belki o mübarek zatlar ve o has nurcular sadece kendi kanaatlerini mürşidine takdim etmişler. Hiçbir zaman Hz. Üstad’ı veyahut Risale-i Nur’u kendi hissiyatına alet, tercüman ve şahit etmemişler. Bu hakikate işaret eden bir cümleyi zikretmeden geçemeyeceğim. Şöyle ki:
Bak bu Üstad-ı Alicenap nur talebelerinin fikirlerini tadil etmek için der ki: “Bu biçare, ehemmiyetsiz kardeşleri Said’e bin derece ziyade hisse vermişler. On seneden beri kanaatlerini tadil etmeye çalıştığım halde o bahadır kardeşler kanaatlerinde ileri gidiyorlar.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi)
İşte bu mektuptan da net anlaşıldı ki: O zaman, o mübarek nur talebeleri bu konuda üstadın mehdiyyetinde ısrar ettikleri halde bu Üstad-ı Alicenâb karşı çıkarak başka bir merkezde durmuştur. Ama bugünkü bazı zatlar Hz. Üstadı Mehdi-i Azam olarak telakki ettikleri gibi Risale-i Nur’u ve o mübarek Said-i Nursi’yi de kendi hissiyatı adına konuşturmaktadırlar. Sanki Hz. Üstad da onlara o şekilde talimat vermiş gibi bir hava vermektedirler. Bu hatalı mânâ bir cehl-i mürekkebin neticesidir ve nazar-ı sathinin bir semeresidir.
“O zahirperestler emin olsunlar ki sa’yleri beyhudedir. Şimdiye kadar böyle avamperestane safsatalarıyla bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz... Herbir zamanın bir hükmü var, biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile aldanmayız. Muhakkikin şe'ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a'makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, herşeyin menbaını bulmaktır.” (Muhakemat’ın muhtelif yerlerinden)
Kıymetli Kardeşlerim, hülâsa-i kelam: Mezkur hakikatlerden net anlaşıldı ki Üstad-ı Alicenâp Risale-i Nur’a ve Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine müceddidlik ve bir nev’i mehdilik makamını kabul ettiği halde kendi şahsına mehdilik, müceddidlik ve nesebi seyyidlik gibi makam ve ünvanları asla kabul etmemiş aksine red ve inkar etmiştir.
Sual ve Cevap Faslı:
Eğer denilse: Hz. Üstad kendi şahsı hakkında sadece mehdilik, müceddidlik ve nesebi seyyidlik gibi âli ünvanları reddetmekle kalmamış, belki kendine Bediüzzaman değil Bid’atüzzaman lakabını münasip görmüş, hatta salahatini de redderek kendi nefsini إنَّ الله ليؤيِّدُ هذا الدِّينَ بالرَّجُلِ الفاجرِ hadisinin sırrına mazhar telakki etmiştir. Buna binaen Hz. Üstad’ı, kendini ifade ettiği gibi kabul etmek ve o ifadeye bağlı kalmak hilaf-ı edep sayılmaz mı?
Elcevap: Evet… evet… Bu İmam-ı Muazzam ve Üstad-ı Muhterem çendan nefsini öyle telakki etmiş ise de biz o ifadeye bağlı kalmak mecburiyetinde değiliz. Belki edebimiz gereğince Kur’an’ın semasından ve âyâtın nücum ve yıldızlarından nazil olan ve arş-ı azama bağlı olan Risale-i Nur’a ve Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine verilen müceddidlik ve bir nev’i mehdilik makamı gibi âli makamât ve harika kemalâtı Hz. Üstad’a da isnad etmek ve onu bu makamlara layık görmek gerekir diye düşünüyorum. Buna binaen “Molla Feyzi Hz. Üstad’ın Mehdiliğini, müceddidliğini hem de seyyidliğini red ve inkar etmiştir diyenlerin kulakları çınlasın ve bu yazıları güzelce okuyarak anlamaya çalışsınlar.”
Ama bu makamâtı eksik görenlere derim ki:
Ey makamât-ı uhreviyede kanaatkâr olmayan harîs arkadaşım: “İhsan-ı ilahiden fazla ihsan ihsan değildir. Bir dane-i hakikat bir harman hayalâta müreccahtır. İhsan-ı ilahi ile tavsifte kanaat etmek farzdır. Evet hak müstağnidir, hakikat ise zengindir. Tenvir-i kulûba ziyaları kafidir.” (Muhakemat)
Eğer deseniz: Bazı rivayetlere göre Hz. Üstad kendi makamını Salih Özcan ve Mehmet Çalışkan gibi bazı zatlara takdim ederken hem Haseni hem Hüseyni olduğunu ifade etmiştir. Acaba bu gibi cümlelerden Hz. Üstad’ın maddeten de seyyid olduğu sonucuna gidilemez mi?
Elcevap: Sâbıkan zikredildiği gibi Risale-i Nur’un müteaddid yerlerinde maddi seyyidlik kat’i bir dille kabul edilmediği, belki red ve inkar da edildiği için o gibi cümleler maddi seyyidlik değil belki manevi seyyidliğe hamledilmeli ve “şafiiyim-hanefiyim, kadiriyim- nakşibendiyim, aleviyim-selefiyim, nurcuyum-kelamcıyım” gibi mânâlar mülahaza edilmeldir.
Evet Hz. Üstad, Hz. Ali’nin veled-i mânevisi olduğu ve alem-i mânâda ondan ders aldığı için elbette hem Hasenî hem Hüseynîdir. Abdulkadir Badıllı ağabeyimiz de “Mufassal Tarihçe-i Hayat” adlı eserinde bu hakikatı ifade ederken “şafiiyim, nakşibendiyim” gibi cümleleri delil göstermiştir. Müracaat edilebilir.
Eğer denilse: Bazı rivayete göre Hz. Üstad birgün Hulusi ağabeyimize mültefitâne bakarken ve aralarında şirin bir sohbet cereyan ederken, o üstad-ı âlicenâp ona demiş ki; ben de, sen de sadâtlardanız. Acaba bu rivayete göre Üstâd-ı Alicenâp neseben seyyid sayılmaz mı?
Elcevap: Delil olmaz ve Üstad-ı Mübarek onunla maddi seyyid sayılmaz. Çünkü sadât kelimesi her ne kadar neseben ehl-i beyt-i Nebevi’den olan zevât-ı kirama kullanılmış ise de, ekseriyetle ulular ve büyükler hakkında kullanılıyor. “Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat” ın müellifi Ferid Develioğlu da kendi kitabında bu manaya işaret eder. Buna delil mi istersin:
1-“Nur’ul-Ebsar Fi Menâkıbi Âl-i Beyti’n-Nebiyyi’l-Muhtar” adlı kitabın sahibi, Ebu Hureyre’den bir hadisi “sadât’ül enbiya-i hamsetun” yani “Enbiyanın sâdatları beştir” ünvanı altında rivayet eder ve o peygamberlerin isimlerini şu şekilde zikreder: “Nuh, İbrahim Halil, Musa, İsa ve Muhammed salavatullâhi ve selâmuhu aleyhim ecmâin.” İşte burada sadât kelimesi bazı enbiyalar için kullanılmıştır ve söz konusu enbiyalar Al-i Muhammed’den değildir!
2-İbn’u Mace, Enes bin Malik’ten rivayet eder ki: Resul-i Ekrem (ASM) demiş ki: “Biz Abdulmüttalip oğulları ehl-i cennetin sadâtlarındanız. Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdi.” İşte burada bazı muhaddisler bu kelimeyi “sadet” olarak, bazıları da “sadât” olarak zikretmişlerdir. Bu hadiste sadât olarak zikredilen zatlardan Hz. Hamza, Hz. Cafer ve Hz. Ali neseben Ehl-i Beyt-i Nebevi’den değildir. Buna binaen sadât kelimesi ehl-i beyt-i Nebevi’yeye kat’iyüd-delalet değil, başka ihtimaller var. İhtimal olunca bir kaide-i mukarrere devreye girer. Kaide şudur ki, لا عبرة للاحتمال الغير الناشئ عن دليل Yani, “Delile dayanmayan ihtimal, muteber değildir.”
3-Kur’an-ı Azimüşşan, Ahzab Suresi’nde, وَقالُوا رَبَّنا إِنَّا أَطَعْنا سادَتَنا وَكُبَراءَنا فَأَضَلُّونَا السَّبِيلا Yani, “Dediler (Kafirler): Ey Rabbimiz biz sadât ve büyüklerimize itaat ettik, onlar bizi yoldan saptırdılar” ayetiyle bu hakikatı ispat etmektedir. Yani ayetteki “sadet” kelimesi, eşraf ve büyükler manasında kullanılmakla beraber İbn-ü Amr bu kelimeyi “sadâtinâ”diye okumuştur ve kurrâlardan Yakup ve Mufaddel de ona muvafakât etmişlerdir. Demek bu ayete göre “sadât” ve “sadet” kelimesi kafirlerin büyüklerini ifade etmek için bile kullanılmıştır. Bu hakikat “Zad’u-l Mesir fi İlm-i’t-Tefsir” adlı eserden alınmıştır. Müracaat edilebilir.
Kıymetli kardeşlerim Üstad-ı Alicenâp Risale-i Nur’un müteaddit yerlerinde maddi seyyidliğini kabul etmeyip reddettiği için rivayet edilen müteşabih haberler manevi seyyidliğe hamledilmelidir ki, ta ki rivayet edilen haberler Risale-i Nur’un açık beyanlarına zıt ve muhalif olmasınlar. Yoksa إِنَّ الظَّنَّ لا يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئاً ayetinin sırrınca: “Zan ve ihtimaller, hak ve hakikatın karşısında muvazeneye gelemezler ve hüccet olmazlar.”
Bu hakikate latif bir misal: Risale-i Nur’un mühim talebelerinden mübarek bir zat bir gün sohbetinde “Arap Edebiyatı’nı okumayan bazı kimseler Arapça ibareleri okudukları zaman yanlış okuyorlar, fakat doğru mana veriyorlar. Bunun tam aksine bugünkü nur talebelerinden bazı zatlar ise Risale-i Nur’u doğru okudukları halde yanlış mana veriyorlar.” Demişti. Ben de buna binaen derim ki: Elhak bu güzel bir tespittir, sanki ilhamla gelmiş bir tahkiktir.
Ben Üstad-ı Alicenâp’tan “Muhakemat” adlı kitabında dile getirdiği muazzam bir hakikatı da nakletmekle sözüme hâtime veriyorum. Şöyle ki:
“İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir. Bir dane-i hakikat bir harman hayalâta müreccahtır. İhsan-ı İlahî ile tavsifte kanaat etmek farzdır. Cem'iyete dâhil olan, cem'iyetin nizamını ihlâl etmemek gerektir. Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zâtındadır. Bir şeyin aslını gösteren semeresidir. Birinin malına başka mal velev kıymetli de olsa karışırsa, malını kıymetsiz ettiği gibi, haczetmesine dahi sebeb olur.”
Yani; niyetim nasihat idi söyledim; Allah’a havale ettim ve gittim.
Bu yazıda emeği geçen İlahiyat Fakültesi Öğrencisi Yusuf Kardeşimizi tebrik eder, saadet-i dâreyne mazhar olmasını Cenab-ı Allah’tan temenni ve niyaz ederim.
Şark’ın Medrese Hocalarından
Molla Feyzi Güzelsoy
Diyarbakır
Molla Feyzi'den Prof. Ahmet Akgündüz'ün ‘Şecere’sine müskit cevap (1)
Bu yazı, Risale Haber'de yayınlanmak üzere gönderildi. Ancak, kendilerinin verdikleri sözlerine mugayir olarak, yazıya müdahale etmeleri; 10 sayfalık yazıyı 2 sayfaya düşürmeleri ve adeta tanınmaz hale sokmaları dolayısıyla, bizzat yazarı tarafından sözkonusu siteden çekilerek İlkehaber'e gönderilmiştir.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.