21 Kasım 2024
  • İstanbul9°C
  • Diyarbakır13°C
  • Ankara14°C
  • İzmir20°C
  • Berlin3°C

KÜRTLER VE İSLAMCILAR

Şimdi sorumuzu soralım? Egemen devlet yığınla Kürt katlettiği halde, Müslüman Türk nasıl bakabiliyor?

Kürtler ve İslamcılar

25 Mayıs 2013 Cumartesi 14:54

Eğer bir millet varlığının temelleri üzerinde duruyorsa ve kendinden haberdar bir halde, özgür olarak ve medeniyetin üstadı olan ihtiyaç ve beğeni duygusunun esasına göre, bu unsurların dışarıdan iktibassa ve “seçmeye” yöneliyorsa, hiç şüphe yok ki, hakikatın gelişmesine, kültürel gelişmeye ve aşk ve şevk ile varlığını genişletmeye yönelmiş demektir.

Ama eğer şaşkınlık ve kendini kaybetme veya baskı ve hücum haliyle ya da bağımlılık ve başkasının üstün varlığında yok olma “şartlarında mecburi taklid” yabancının hücumu, kültürel ruh galebesi karşısında kendisini salarsa “Türklerin Kürtlere dayattığı kader algısı” yahut kendisini yabancılaşmayla donatır ve ona özenirse ya da yabancı kültürün onun şahsiyetine “hulul” etmesi karşısında buna teslim olur ve rıza gösterirse, bu durumda, şahsiyet açısından hasta demektir.

İktibas ederken bilinçli ve özgür olmalıdır. Dışarıdan ihtiyaç duyduğu şeyleri almaktadır ve bu unsurları varlığını kemale erdirmek için kendi şahsiyetinin binasında kullanacaktır. Bu dışarıdan gelen unsurun, “istihdam ettiği”, cezbettiği unsurları şekil ve cevher açısından “kendisiyle” uyumlulaştırması gerekir. Dolayısıyla, iktibas yapan şahsiyet yabancı materyalleri gönlünce değiştirir ve bu da bir milletin kültürel gelişmesinin etkenidir.

Ama hakikatte olması gereken İnsanın kendi evini inşa etmek için malzemeleri doğal olarak kendi mahallesinde araması, seçmesi, şeklini değiştirmesi ve plan projesini kendisinin oluşturduğu evin mimarisinde materyalleri kullanması gibi, kültürel şahsiyetinin binası için de tam olarak yapmalıdır. Saîdê Kurdî’nin dediği gibi; “Mustaid-i bizzat olmak.” Yani bir başkasının varlığıyla değil, bizzat kendi varlığıyla var olmak.

Bu noktada iki ayrı şahsiyetin veya iki ayrı milletin bir biri ile iletişimi veya diyaloğunun siyasi, hukuki, ekonomik sonuçlarını hangi somut olgu zemininde tartışmalıdır? Sorusu cevap beklemektedir.

Diyalog, Kürtler ve Türklerin yüzleşmesidir ve dünyayı adlandırmak için dünya aracılığıyla yaşanır. Ama Kürtlerin bir dünyası yoktur. Bu nedenle dünyasını adlandırmak isteyen Kürtler ile bu adlandırmayı istemeyen Türkler arasında "öteki insana" söz söyleme hakkı tanımayanlarla bu hakkı ellerinden alınmış olanlar arasında diyalog oluşamaz.

Temel bir hak olan bir hukuku inkar edilmiş insanlar, ilk önce bu hakkı yeniden kazanmalarına gerekmektedir. İnsanı dışlayan ve hukuku inkar edilmiş halin ihlalinin sürmesi önlenmelidir. Bir diyalogda derin bir dünya ve sevgi yoksa var olmaz.

Bir iletişim alçakgönüllülük olmaksızın olabilir mi? ama bir Türk’e alçak gönüllü davranıldığında onun iştahını kabartıyorum, sonra dönüp dişinin tırnağının kirasını istiyor. Ötekini hep cahil olarak damgalamıyorsak!

Kürtlerin muhatabı olan Türk psikolojisi şu şekildedir; öteki insanların içlerinde başka insan yok, başka "ben" yok, Türkler kendisini "pür" doğrunun ve bilginin sahibi olan çekirdek bir üye olarak görüyor, diğerleri ayak takımı. Nasıl diyalog olur? Bir insan kendisini diğer herkes gibi ölümlü görmüyorsa yüzleşmek noktasında kat edeceği yol çok uzundur.

Egemen siyasi yapının faaliyetlerinde, Kürtlerin bilinçlerinin "gömülmüş" durumuna denk getirilmesi hayli dikkate değerdir. Bu durum edilgenlikleri teşvik etmek yani "kardeşlik" faaliyetlerinin edilgenliğini teşvik etmek, Kürtlerin "bilinç ve özgürlük korkularını" artırmak için sloganlarla "doldurmak" için ondan yararlanırlar.

Bu egemen sivil cemaatlerle diyalog ve ilişkide eylem kuramının bir başka temel boyutu Birinci Şerefxan’a uygulanan politika kadar eskidir. Türk İslamcı iktidarının bir çoğunluğa boyun eğdirdiği ve egemen olduğunda, egemen siyasi alanını genişletmek için çoğunluğu bölmek ve bölünmüş halde tutmak zorundadır.

Fıtri olan Kürtlerin bir birliğe ulaşmasını hoş görmez ve o lüksü! Tanımaz. Çünkü hiç kuşku götürmez ki, onun iktidarına bir tehdit demek olur. Dolayısıyla egemen olgu, Kürtleri biraz olsun birleşme ihtiyacı uyandırabilecek her türlü siyasi ve hukuki tavrı tüm araçlarla red edeceği gibi “savaşı bile gerekli kılmak istercesine ” önler. Kürtleri daha da güçsüzleştirmek, tecrit etmek, Kürtler arasında bölünmeler yaratmak ve bunları derinleştirmek egemen olgunun yararınadır. İşte bu noktada İslamcılara verilen rol dikkate değerdir.

İslamcıların, Kürtlerin kendilerine özgü kültürel faaliyetlerine nüfus ederek, fiilen katılarak, “coşkulu ama saf! Bir biçimde” Uzmanların hemen hemen hiç algılamadığı! Bir özelliği, Kürdistan sorununu, bir bütünlük sorunu olduğunu görmek yerine, tecrit edilmiş odaklar halinde ele alan bir bakış tarzında teşvik etmesidir. “İslamcıların bu bakış tarzı, Kemalist sistemin kavramlarıyla yapılmaktadır. “Yerel yönetim, “yöresel kalkınma” “Bölge” kavramlarıyla.”

Bir bölge!’ ne kadar çok “yerel birime” bölünürse ve bu birimlerin kendi içlerinde bütün olmasının yanı sıra daha büyük bir bütünlüğün ( artık bütünlük bölge, yerel kavramlarıyla anılır) parçası oldukları ve ait oldukları bütünün de, daha büyük bir bütünün parçası olduğu (Kürdistan) göz ardı edilerek, yabancılaşma ile birlikte o bölünmüş halde tutulmaları da o kadar kolaydır.

İslamcıların, tecrit etmeye yönelik bu eylem planının Kürtlerin ( özellikle bölünmüş Kürtlerin ki daha çok hissedilen kırsal bölgedeki Kürtler) zaten tecrite dayalı olan hayat tarzını güçlendirdikleri ve başka bölgelerdeki! Kürtlerin sorunlarından tecrit etikleri için, İslamcılar, Türk siyasi egemenliğinin tüm boyutlarıyla algılanmasını önlemiş olurlar.

Egemen siyasi yapıların örgütlenmesi, kendilerini örgütlemektir. Bunun dışında başka bir sonuç yoktur. Cemaatlerin örgütlenmesi, Kürtlerin daha da güçsüzleştirilmesi, tecrit edilmesi, Kürtlerin arasında bölünmeler oluşturmak ve bu bölünmüşlüğü derinleştirmek, egemen siyasi yapının yararına sonuçlamaktadır. İster tek tek şahsiyetler açısından ele alalım, ister bir siyasal hareket açısından ele alalım, "olgular" kendi varlığının var olma şartlarını üretemediği sürece, "egemen anlayışlara," "yapılanmalara" hizmet etmekten kendilerini kurtaramazlar. Bu tarihsel bir gerçektir.

Bu tutum egemen olan Türklerin, Kürtlerin kendi içindeki çelişkileri artırarak kendilerini "ret" etmelerine sebep olacaklarının bilincindedirler. Kardeşlik ve benzeri sloganlar Müslüman Türklerin bu boşluktan yararlanarak o boşluğu doldurmaktadır.

Egemen dindarın psikanalizini yapacak olsak, her halde "sahte iyilikseverliğin" egemenin suçluluk duygusunun bir boyutunu gösterir. İslamcılar bu sahte iyilikseverlikle sadece adaletsiz ve ölümü sever bir düzeni korumaya değil, ayrıca kendisi için huzur "satın almaya" çalışır böylece statükoyu korumak için Kürtleri bölmek gerektiğinden Kürtlerin Türk devletinin stratejisini kavramaması için belirleyici bir önem taşır.

Böylece Türk İslamcılar, Kürtleri, "insan dışılığı" yani kavgacı, Allah düşmanı" Kürtlerin İnsanlaşmaya dönük cesaretini kırmayı amaçlar. İslamcılar Kürtlerin kendilerini şeytani eylemlere karşı savunduklarına inandırmaları çabasındadırlar. Bunun günümüz siyasi karşılığı, resmi terminolojinin komplocu bir terminoloji olduğunu ispatlar.

Böylece Kürtlerin kendilerine ait sözlerinin yerine, kendi sözlerini yerleştirmektedirler. Artık Kürtlerin sloganı Türkün menfaatine yarayan bir sloganı haline dönüşmüştür. Tarihsel dinamiklerin ve kaynağından kopmuş her Kürt ve Kürt hareketleri, artık merkezi sistemin kendisini daha da kuvvetlendirmesi ve uygulama alanını genişletmesi için bir neden oluşturur.

Devletin Kürt politikasını, ister sağ kanat olsun, "Osmanlıcılık olarak idealize ederek, isterse sol kanat olsun, onlarda aşırı küçümseyerek, hiç bir zaman Kürtlere uygulanan siyasetin doğru bir biçimde değerlendirilmesine izin vermemişlerdir.

Türkiye de siyasi kavramlar bile bilinçli bir şekilde çarpıtıldığı bir ülke haline gelmiştir. Yeri geldiğinde Osmanlı ruhu tüten, yeri geldiğinde kendini yeni bir cumhuriyet olarak sunan Türk siyasi cepheleri, yayılmacı karakterlerini hiçbir zaman gizleyememişlerdir. Bu Osmanlı ruhundan kalan bir mirastır.

Müslüman Türklerin görevi, Kürtlerin bölünmüş varlıklar olarak egemen statükoyu içlerinde barındıran ve gerçek insan olmalarının farkına varmamalarını sağlamaktır. Kısaca nesnel durum “siyasi ve ekonomik uygulamalar” kendi durumunu ve kendisiyle birlikte var olan dünyayı kavranmaması üzerine kuruludur. İslamcılar, Kürtleri bu nesnel durumdan yani olgudan kopararak içinde bulunulan durumun algılanmasının önüne geçmiş olur. Bunun aksini ortaya koyacak tek bir somut olguları olmayışı bunu göstermektedir. Dünyada bütün kolektif hareketlerin kalbinde politika yatar zaten.

Şimdi sorumuzu soralım? Egemen devlet yığınla Kürt katlettiği halde, Müslüman Türk nasıl bakabiliyor? Müslüman Türk’te kendisinin mağdur olduğunu iddia ediyor, o zaman nasıl oluyor da Kemalizm’in aşırı taleplerini yerine getirebilecek kadar kendini inkâr ediyor?

Kemalizm’den nefret ettiğini söylerken nasıl oluyor da böylesine hayranlık ve tutku duyabiliyorsunuz? Yoksa ona benzeme arzunuz mu?

İslamcılık Kurdistan’da bir olgumudur?

İslamcılığı hangi olgu üzerinden okunması önemli bir bakıştır. Zira İslamcılık dediğimizde "kim" olduğuna cevap vermek gerekecektir. Şayet buna cevap vermeniz halinde kendinize bir "ada" oluşturmuş olmayacak mısınız? İslamcılık bir şeyi olması gerektiği gibi değil, görmek istediği şekilde tanımlar. Dolayısıyla İslamcılık zaten kavram olarak reel politik alanda oryantalisttir. İslamcılığın Kürt sorununa yaklaşımı, bir bakıştan öte, kendi dünyasına evrilmesini istemesi başlı başına bir cinayettir. İslamcılık ve başlı başına bir entelektüel terördür. Çünkü Muhalefet ederek neyi meşrulaştırdığı? Sorusuna hala cevap vermemiştir.

Her "olguyu," onu ortaya çıktığı zamanın koşullarını göz önünde bulunduran bir bakışla değerlendirmekteyiz. Kurdistan'ı ve Kürtleri değişen üretim düzeninin, toplumsal, iktisadi, ailevi ve ahlaki ilişkilerin bakışıyla olmakla birlikte, sorunun yani "olgunun" önceki dönemlerde ortaya çıktığı, kendine has bir fonksiyona sahip olduğu vb. bir bakışla. Değerlendirilmesi gerekmektedir. Örnek, Kuran, sünnet dediğinde, bireye, yaşama, dünyaya, insan tarihine, toplumlara ve doğaya egemen olan bilimsel yasaları amaçlamaktadır. Sünnet bilimsel yasalardır. Kuran olgular arasındaki bağıntılara sünnet, olguların kendisine de ayet demektedir. O halde Kürt özgünlüğünde, Oryantalizm ve İslamcılık arasında bir fark var mı? Ve şu soru akla gelmektedir, İslamcılık Kürt özgünlüğünde bir "olgumudur"? Örneğin, İslam’da ve Peygamberin yaşamındaki eş sayısı üzerine konuştuğumuzda, toplumsal ilişkileri, zamanı ve mekânı da ölçü alıp değerlendirmeliyiz. Toplumsal bir olguyu –bir yasayı ve bir edimi- tarihsel ve toplumsal zemininden ayırmak ve soyutlayıp yargıda bulunmak amiyane bir harekettir. Çünkü her olgu, toplumsal düzenlerin gelişimi seyrinde, eksi sonsuzdan artı sonsuza kadar değişim gösterir ve en ileri olgulardan en aşağı olgular biçiminde ortaya çıkar. İşte Kürtlerin kendi gerçekliği Aydınlatıcı, yaratıcı, yön gösterici, gerçekçi, hareketlendirici, sorumluluk yükleyici, değer yaratıcı gibi nitelikleri olan Kürt milliyetçiliği veya öz bilinç yâda hikmet, insana yeni bir “anlayış şekli” kazandırmaktadır. Bu da kendini ıslah edebilmenin heyecanını oluşturur. Onu “bilim adamı” değil, “aydın” yapar. Felsefe yerine dünya görüşü kazandırır. “yarar” yerine “değer”, “güç” yerine “gerçek”, “eğlence” yerine “sorumluluk duygusu”, “refah” yerine “hedef”, “nasıl oluştu?” yerine “nasıl oluşuyor. İşte Kuran’ın ilan ettiği, Peygamberlerin insanlara ulaştırdıkları şey budur. Bu varlıksal bilinçten, yönelimden ve gerçekten yoksun nice "bilginler" ve bu yolda zamanın izcileri ve milletin rehberi olan nice okuma yazma bilmeyen “ümmiler" Kürt halkına rehber olmuştur. İşte bu müspet Kürt milliyetçiliğinin eseridir.

Asıl devlet partisi ve İslamcılık

İngilizcede “Yahudi anne” diye bir deyim vardır: Kıskançlığıyla ünlü Yahudi annelerden yola çıkarak, çocuğuna (özellikle oğluna) inisiyatif ve seçme özgürlüğü tanımayan, bütün davranışlarına müdahale edip “doğru yolu” gösteren, “sevgi”sini bu aşırı sahiplenmenin açıklaması olarak sunan anneleri ya da “anne”yi metafor olarak kullanıp bu davranışlarda bulunan bütün yapıları anlatır.

Benzetme bazılarına fazla ikonoklast gelebilir ama “ana” ideoloji olan Türk milliyetçiliği de, kendinden türeyen bütün öteki ideolojilere karşı tam bir “Yahudi annesi” gibi davranır. Hiçbirinin kendinden biraz uzaklaşmasına, hele kendisinin uygun görmediği tavırlar takınmasına izin vermez.

Ve şimdiye kadar başarılı olmayı da başarmıştır. Söz konusu yavru ideolojilerin hiçbiri anasının eteğinin dibinden uzun süre ayrılmamıştır. En fazla “yaramaz çocuk” havasına girenleri dahil. Onun için Türkiye’de “liberal”, “muhafazakâr”, “sosyalist”, “radikal”, “komünist”, “İslâmcı” gibi ideolojiler, fazla bir şey anlatmazlar. Bunlar hepsi, ebeveyn çağırdığı anda, çağırdığı yerde hizaya gelirler.

Çünkü tek tek ideolojilere gelmeden önce, “siyasî ideoloji” dediğimiz o genelleme, Osmanlı toplumunda, devletin çaresizleştiği ve kendisini sarmalayan koşullarla, özellikle de “dış düşman”la, yani Batı’yla başa çıkamadığı bir ortamda doğmuştur. Bu çaresizlik, “siyasî ideoloji” denen şeyi doğurmuştur. Onun için Genç Ruslar mücadele yıllarını “bu devleti nasıl yıkacağız?” arayışıyla geçirirken Jön Türker’in sorusu “bu devleti nasıl kurtaracağız?” sorusudur.

Rejim her zaman “dozunu kendi ayarladığı” İslamcılara ihtiyaç duyuyorken, İslamcılar "bu devleti nasıl kurtaracağız" sorusunu soran cephenin kendisidir.

Remzî Pêşeng
Twitter: remzipeseng
Mail: [email protected]

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.