KÜRT AÇILIMINA BÖLGEDEN BAKIŞ
Kürtlerde bir söz vardır: “Bozulmadan yapılamaz” diye. Artık dibe vurdu herşey ve yeniden yapmaktan başka yol kalmadı. Yeni bir yol inşa edilmelidir.
17 Eylül 2009 Perşembe 12:27
Kürtlerde bir söz vardır: “Bozulmadan yapılamaz” diye. Artık dibe vurdu herşey ve yeniden yapmaktan başka yol kalmadı. Yeni bir yol inşa edilmelidir. Onun için gün sadece acıları değil, sevinci ve çözümü paylaşma günüdür ve kuşkusuz barışın kökleri de burada aranmalıdır.
Yıllardır Türkiye’yi içeride ve dışarıda uğraştıran, demokratikleşme ve kalkınmanın önünde bir engel olarak duran Kürt sorununun çözümü konusunda başlatılan “açılım” bölgede büyük heyecan ve umut yarattı. 50 bin cana ve bir trilyon dolara mal olan bu sorunun çözülmesi için başta siyasi partiler olmak üzere toplumun tüm kesimlerinin destek vermesi tarihsel bir zorunluluktur. Böyle davranmayanları bu gün değilse bile yarın tarih affetmeyecektir.
Bir sosyolog olarak bölgede yaptığım araştırma ve incelemelerin sonucunda şunu gördüm: Bölge halkı çözüme direnen kişi ve kurumları, af etmemenin ötesinde, anlamıyor. “Bir elli bin can daha mı gitsin, bir trilyon dolar daha mı harcansın isteniyor? Türkiye kalkınsın, zenginleşsin istenmiyor mu” diye soruyorlar.
Çözüme neden karşılar
Eğer bu soruların cevabı “evet” değilse o zaman çözüme karşı çıkmanın ve sabote etmenin mantığı nedir, karşı çıkanlar bunu açıklamalılar. Gelinen noktada “bölünme paranoyası” artık kimseye inandırıcı gelmiyor. Çünkü bölge halkı kahir çoğunlukla böyle bir şeyi aklından bile geçirmiyor, PKK ise bölünmek istemediğini zaten söylüyor.
İkinci önemli nokta başta iktidar partisi olmak üzere sorunu çözmek isteyen dinamiklere ilişkindir. Eğer büyük gürültüyle atılan bu adım da geçmişteki açıklamalar gibi havada kalacak ve sonuçlandırılmayacaksa bu gelecekteki çözüm olanak ve umutlarını da berhavâ edecektir. Açılımın başarısı için birkaç ön koşulun gerçekleşmesi lazım:
Sorunun nihai bir çözüme kavuşturulması için öncelikle, her iki tarafın da samimi ve iyi niyetle hareket etmesi gerekir. Ünlü filozof Kant’ın deyimiyle “niyet” yapmanın yarısıdır. Yıllardır çok defa sorun ve Kürt realitesi kabul edildi, “çözülüyormuş” gibi de yapıldı, ama sonu gelmedi. O halde bir kez daha çözüm olanağını berhavâ etmenin ne kimseye bir yararı var ne de kimsenin bunu yapmaya hakkı var..
İnsanların beklemekten takati kesildi. Öyle bir davranılmalıdır ki çözümden sonra yaraları sarmaya da derman kalsın. İkinci önemli nokta da budur.
Üçüncü nokta ise çözümü istemeyenlerin (her iki taraftan da)süreci sabote edecek eylem ve söylemlerde bulunma ihtimaline karşılık uyanık olunmasıdır. Barışa bir adım kalmışken 33 askerin katledilmesi provokasyonunu kimse unutmasın. Sırf çözüm olmasın diye derinlerde saklı kalmış “Ergenekonlar” çözümü boğmak için harekete geçebilir. Çünkü çözüm statükodan beslenenlerin “ekmeklerine sürülen yağları” kesecektir. O halde bu sistemden beslenenlerin ekmeğine kimse artık yağ sürmemelidir.
Bir diğer önemli husus da bu süreçte zehirli ve düşmanca bir dil kullanmaktan vazgeçilmesidir. Amaç eğer üzüm yemekse bağcıyı dövmekten kaçınılmalıdır. Çünkü barışın diline sızmış savaş jargonu ister istemez süreci zehirliyor. Birileri elbette süreci sabote etmek için bu dile başvuracaktır, ama toplumsal barışı testise soyunmuş olanların bu tuzağa düşmemesi gerekir. Çünkü karşılıklı tehditlerin, meydan okumaların barış sürecine hiçbir katkısı olmayacağı gibi çatışmayı kışkırtacağı aşikârdır.
Empati yapabilmek önemli
Bir başka önemli nokta bu geçiş sürecinde bir anahtar olarak“empati” sözcüğüne başvurmak ve empati yapmaktır. Çünkü birbirini anlamaya çalışmayanların barış yapması güçtür; birbirinin anlamanın yolu ise empati yapmaktan geçer. Karşılıklı birbirinin acılarını anlamak, acılar arasında ayırım yapmamak için bu şarttır. Nitekim “Şehit Aileleri Derneği” ve “Barış Anneleri”nin Diyarbakır buluşması gibi etkinlikleri çoğaltmak, çözümün psikolojik alt yapısı için önemlidir.
Bu ön adımlar atıldıktan sonra nihayet pratikte atılması gereken adımlar bu yapının üstüne inşa edilirse sonuç elde edilebilir. Bu noktada ise tartışılan üç husus vardır. Birinci soru şudur. “Bu müzakere kiminle yürütülecektir?” Elbette ki Kürt sorunun çözümü konusunda muhatap öncelikle Kürt halkı sonra da tüm Türkiye’dir. Çünkü bu sorundan Kürtler doğrudan ve derinden etkilendiği gibi tüm Türkiye halkı etkilenmektedir. Dolayısıyla sorun çözüldüğünde sadece Kürt halkının sorunu çözülmüş olmayacak tüm Türkiye halkının muzdarip olduğu bir sorun çözülmüş olacaktır. Bu noktada çözümün adresi halkın temsilcilerinin bulunduğu Meclis’tir.
Meclis’te bu gün önemli bir temsile sahip iktidar partisi AKP yanında ana muhalefet partisi CHP ve MHP bulunuyor. Nihai çözüm için bunlar mutlaka sürece dahil edilmelidir. Kürtlerin Meclis’teki temsilcisi ise DTP’dir. Dolayısıyla bu seçilmiş aktörler çözüm için toplumun diğer dinamikleri ile birlikte asgari düzeyde bir konsensüs sağlayabilirler. Bu konsensüse katılmayanlar ise gerekçelerini inandırıcı biçimde halka anlatamazlar.
Gelinen noktada artık deniz bitti. Sürece katkı sunmayanları tarih affetmeyeceği gibi hayatın kendi gerçekleri de onları affetmeyip silip kenara atacaktır. Buna kuşku yok. Çünkü çözümsüzlüğün kimseye bir faydası yok.
Artık bölünme masalına herkesin karnı tok ve bu sorunun çözülmesi birinin kişisel ve partisel çıkarlarının çok üstünde bulunuyor. O halde nasıl ki sorunda bir ortaklık oluşmuşsa çözümde de bir ortaklık oluşmak zorundadır. Bundan sonradır ki açılımın demokratik adımlarının adı konulabilir.
Silahlar ebediyete kadar sussun
Anayasal reformlardan kültürel hakların genişletilmesine, yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden ekonomik alanda bölgesel dengesizlikleri giderecek şok tedbirlerin alınmasına kadar birçok adım tartışılabilir. Bunları konuşmadan uzlaşma ve müzakere zeminini tıkamanın, bu çalışmalarakatkıda bulunanları mahkûm etmenin bir mantığı yok.
Ancak önemli bir şey daha var; bütün bunlar yapılsa bile asıl maksat gene de hasıl olmuş olmaz. Çünkü çatışma sürer, anaların yüreğine ateş düşmeye devam ederse eğer, tüm yapılanlar sonuçsuz kalır. Bunun için nihayet silahların bir daha konuşmamak üzere susturulması gerekir.
İşte burada PKK’yi ve Öcalan’ı yok saymanın kimseye bir yararı olmayacağı aşikar. Çünkü elinde silah olan örgüttür ve örgütün üzerinde belirleyici bir role sahip olan lideri ise Öcalan’dır. Bunlarla dolaylı da olsa bir diyalog kurulabilir. Bu gerçeği nihai çözüme ulaşmak için bir komplekse kapılmadan kabul etmek gereği dünden çok bu gün elzem olarak gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. Bunun için de bir toplumsal barış projesi tesis edilmeli ve bunu hukuki bir çerçeveye oturtarak dağa çıkanlar indirilmelidir. Herkesi kapsayacak yasal çerçevesi iyi çizilmiş bir düzenleme sonuç alıcı olacaktır diye düşünüyorum.
Böylece Türkiye’nin toplam enerjisi birbirini tüketmeye değil kalkınma refah ve gönenci için seferber edilmiş olacaktır. Şöyle düşünülmeli; Türkiye büyük bir ülke, diğer bazı ülkelerde görüldüğü üzere zaman zaman tarihte ülkeler kendi çocuklarıyla didişebilirler. İspanyada, İngiltere’de, Fransa’da olduğu gibi. Ama an gelir aynı ülkeler büyük davranarak geçmişte yaşadıkları travmaları atlatmak ve yapılan yanlışları onarmak için toplumsal barışı tesis eden adımlar da atarlar.
Bugün Türkiye’nin de daha güzel bir gelecek için yapacağı budur.. Halkın isteği de beklentisi de budur.Böyle bir Türkiye beş on yıla kalmaz herkesin özgür, eşit ve demokratik koşullarda yaşadığı bölgenin en gelişmiş saygın gücü haline gelir.
Şimdi yol ayırımının temel mihenk noktası budur. Ya çözüme katkı sunarak bu süreç demokratikleşme yolunda hızlandırılacak ve Türkiye birinci lige çıkacaktır ya da karşı çıkılarak statüko bölünme de dahil bütün diğer risklerle içine kapanık, geri kalmış üçüncü dünyanın yanına savrulmuş bir ülkeye doğru sürüklenecektir..
Üçüncü yolmu, şimdilik yok gibi görünüyor.
* Prof. Dr. / [email protected] - Taraf
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.