İKİ ŞEHRİN HİKÂYESİ: KOBANİ VE SURUÇ
'Bir taraftan aydınlık, bir taraftan da karanlık bir mevsim yaşanıyordu. Her şeyimiz vardı, ama hiçbir şeyimiz de yoktu.'
11 Ekim 2014 Cumartesi 09:24
Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi'nde "Bir taraftan aydınlık, bir taraftan da karanlık bir mevsim yaşanıyordu. Her şeyimiz vardı, ama hiçbir şeyimiz de yoktu" der. İşte Suruç ve kardeşi Kobani'nin durumu da tam böyle...
Suruç ilçe merkezinden Kobani sınırına doğru 200 metre yaklaşırken Charles Dickens tarafından 1859 yılında gazetelerde yayınlanıp, sonraları roman olarak basılan “İki şehrin hikâyesi” adlı eseri zihnime düşüverdi. Fransız ihtilali öncesi ve sonrasındaki toplumsal çatışma ve meseleleri ele aldığı bu eserinde Dickens, Paris ve Londra şehirlerini tasvir ediyordu. Yazımızdaki şehirler ise Paris ve Londra’dan mekânsal olarak çok uzaklarda olmasına rağmen, gözler ve midelerin odaklandığı (Çünkü Batı’nın ruhu ve yüreği bu topraklar için atmıyor) Suruç ve Kobani şehirleri. Çünkü iki şehrin sosyolojik yapısından, kültürel kodlarına oradan da siyasal kimliğine kadar benzerlikler söz konusu. Tıpkı Halep ve Antep’te görülen benzerlik gibi. Batman Barosu’nun öncülüğünde iki midibüs dolusu avukatlar grubu ile birlikte sınır hattında gözlem, inceleme ve biraz da ayni yardımı sığınmacılara ulaştırmak için yola çıktığımızda zihnimde Dickens’in iki şehrin hikâyesi aklı eseri henüz düşüvermemişti.
Suruç şehir merkezine vardığımızda ilk göze çarpan şey; bölgedeki birçok yerleşim yeri gibi toz-toprak içinde oluşu. Keşmekeşliği ve renksizliği. Renksiz diyorum Bismil, Siverek, Nusaybin, Baykan vb şehirlerde olduğu gibi binalar boyasız ve bitmemiş inşaat halinde. Oysa şehir demografik olarak çok renkli. Suriye ve Kobani’deki çatışmalardan dolayı Suruç’a Arap, Ezidi, az da olsa Türkmen ve Ermeni göç etmiş. Bu da şehri çok renkli, çok kültürlü ve çok etnikli bir yapıya dönüştürmüş. İki şehirden diğeri olan Kobani’ye gelince. Çatışmalardan önce Kobani’nin nüfusu 800.000 civarında ve Suriye’de süregelen savaştan göç edip, güvenli yerleşim yeri addedilerek Kobani’ye Ezidi, Türkmen ve Arap nüfusu yerleşmiş. Şehrin nüfusu IŞİD kuşatmasından önce 200.000 civarlarında. Çatışmalarla birlikte 170.000 Kobanilinin Suruç’a ve başka şehirlere yerleştirilmesiyle Kobani’de kalanları varın siz hesaplayın. 1960’lara kadar da hatırı sayılır bir Ermeni nüfus vardı Kobani’de. Belki Dickens, Paris ve Londra’yı anlatırken bu iki şehrin demografik yapısına değinmez ama Ortadoğu’nun sosyolojik ve demografik bir gerçeği olarak etnik, dini ve mezhebi yapılar genellikle şehirler bahsi açılırken dile getirilir. Kobani “sosyolojik çoğulculuk” diye nitelendirilebilecek bir yapıya sahip. İki şehrin Hikâyesi’nin Suruç tarafında ise bu “sosyolojik çoğulculuk” benzer bir şekilde kendini fazlasıyla hissettiriyor. Önceleri az da olsa Ermeni ve Ezidi vatandaşların yaşadığı bu şehirde, Suriye’deki savaş ve özelde de Kobani’deki çatışmalardan dolayı Türkçe konuşan Türkmenleri, Arapça konuşan Suriyeli Arapları ve şehrin çoğunlukçu etnik unsuru olan Kürtleri saymak mümkün. Şengal’deki dramdan dolayı Suruç’a yerleşen Ezidileri de eklediğimizde şehri “Ortadoğu’nun bir laboratuvarı” olarak görmek abartılı olmasa gerek.
Suruç ilçe merkezinden sınır hattına doğru ilerlerken evler dağılmış çil yavrusu gibi birbirinden uzak ve renksiz şekilde sıralanmakta. Yoksulluk ve sefaletin derinliğini araçlarımız yollarda akarken çıplak gözle görebiliyoruz. İlk göze çarpan, arabaların caddelerde akışının getirdiği keşmekeşlik, yoğunluk ve insan selleri. İlk olarak Suruç Belediyesi’ne ait malzeme depolarına uğruyoruz. Ayni yardımları teslim etmek için. Karşımızda gönüllü yardım görevlilerinin koşuşturmaları var. Daha sonra sınır hattına doğru ilerlerken, kurulu çadır merkezlerini, AFAD ve Kızılay’ın oluşturduğu yardım merkezlerini görüyoruz.
Şehrin trafiği ile caddelerindeki düzensizlik, insanların davranışlarına ve yaşam tarzlarına da nüfuz etmiş belki de tersi. Kaldırımlarda kümelenen gruplar, yanlış park edilen araçlar, işportacılar, el arabalarının başıboşluğu, caddelerin kirliliği ve tozu dumanı şehre dair savaşın yansımaları ile izah edilemez. HDP’li belediyenin hizmet noktasındaki yetersizliği birçok HDP’li belediyeler de olduğu gibi burada da kendini hissettiriyor.
Kobani sınır hattına ilerlerken, sınıra yakın köylerde sığınmacıların kerpiç evlere, camilere, okullara, park ve bahçelerin boş yerlerine, metruk evlere yerleşti(ril)diğini görebiliyoruz. Hatta kimilerini ara sokaklarda bile görmek mümkün. Bu da şehrin nüfusunun 101.000’den 200.000’lere çıkmasına yol açmış. Suruç merkezi ile çevresindeki camiler “sığınmacıların yatağına” dönüşmüş, okulların bahçeleri kurutulmak için asılı elbiseler ile savaş mağdurlarına ev sahipliği yapmakta. Park ve bahçeler, metruk evler ve hatta şehrin ara sokaklarında bile battaniye ve bezlerle çevrelenmiş “ufacık yuvalar” çokça görülmekte. Mutfak araç ve gereçleri derme-çatmalı olan bu “ufacık yuvalar”da sağa sola serpiştirilmiş vaziyetteki hali adeta “mülteci kamplarını” andırıyor. Yani Dickens’in Paris’i tasvir ederken dile getirdiği yoksulluğu, sefaleti ve derin dramı İki şehrin hikâyesi kitabının sayfalarından adeta fışkırmış da gelmiş, burada yani Suruç’ta yerini bulmuşa benziyor.
Sınır hattında yer alan köy ve mezralarda BDP ve KCK’nin çağrısıyla Denizli, İstanbul , Batman, Diyarbakır, Manisa, Şırnak, Mersin gibi illerden gelen HDP’liler buralara yerleşmiş ve günlerce nöbetteler. Konvoyumuz Batman, Şırnak ve Diyarbakır’dan gelen HDP’lilerin nöbete durdukları Çengelli(Alizer) köyüne vardığında, evlerin damlarında dürbünle Kobani’deki tank atışlarını ve göğe yükselen dumanları izleyenleri görüyoruz. Köy Kobani’nin doğu tarafında ve yaklaşık 300 metre uzaklıkta. Köyün karşı tarafında yer alan ve IŞİD’in kontrolünde olan köylerin çoğunluğu Arap köyleri. IŞİD, Kobani ve çevresinde yaklaşık 300 köyü ele geçirmiş durumda. Çengelli köyünün girişinde maskeli sivil milislerin kontrol noktalarından geçerek girmek, ben de başka bir memlekete giriyormuşum havası verdi (bu arada avukatlar aranmadan geçtiler). Heyeti Batman Belediye Başkanı ve başkan yardımcısı karşılayarak, yemek ikramında bulundular. Mülteciler gibi sıraya dizilerek, menüde olan makarna ve mandalinalarımızı aldık. Belediye Başkanı’na niçin köylerde nöbettesiniz diye sorduğumda aldığım cevapları şöyle özetleyebilirim: 1- Kobani’de savaşan YPG’lilere moral desteği vermek. 2- Kobani’den gelecek IŞİD üyelerine ve yaralılarına karşı teyakkuzda olmak. 3- Kobani’ye geçecek IŞİD sempatizanlarına engel olmak ve yakalamak.(Bu arada biri çeçen 3 kişiyi yakalamışlar) 4-Kobani’ye IŞİD ile savaşmak için gideceklere yardımcı olmak. 5- Kobani’den gelecek yaralılara sağlık müdahalesinde bulunmak. Başkanın ifadesiyle Kobani’deki “hevallere” destek olmak için köyleri kontrol etmeye çalıştıklarını belirtti. Hatta geceleri kendi aralarında “parola” bile kodlamışlar. Yani anlaşılan HDP, sivillere askeri görevler tevdi ederek bir tür sivilleri militarize ederek, bölgede etnik kimliği tahkimleştirmeye ve “Kürt Ulusu” veya “Kürdistani bilinci” yerleştirmeye çalışıyor. Hele Kobani kuşatması, HDP’li Kürtlerde “ulus bilincini” kökleştiriyor. Yani etnik milliyetçiliği. Bu makro tespitler, sınır hattında gördüğümüz birkaç kareden rahatlıkla çıkarılabilecek hususlar. Ne önyargı ne de manipülasyon dökülüyor kalemimizden. Orada bulunan sivil köylülerden aldığımız bilgilere göre ise, Kobani’ye YPG saflarında savaşmak için özellikle gece karanlığında Suruç’un köylerinden giden yüzlerce genç olmuş. Bizim orada olduğumuz günün bir öncesinde 12 genç savaşmak için Kobani’ye geçmiş. Yani anlaşılan sınırlar kevgir gibi, hem IŞİD hem de YPG’ye katılmak için gidenler burada yol-yordamı bilmekteler. Sınır hattında yer alan Kendirci, Alanyurt, Çaykara ve Yumurtalık köyü gibi köylerde de HDP’nin çağrısı üzerine Denizli, Manisa, İstanbul gibi yerlerden gelenler yukarıda saydığım görevleri ifa ediyorlar. Yani Kobani karşısında yer alan köylerde HDP “kontrol bizde” veya “köyler hâkimiyetimizde” algısını vermeye çalışıyor ve bunun için kitlesini burada tutmaya çalışıyor. Buraya vardığımızda Türkiye ’de medyada fazlaca yer verilmeyen ciddi bir sorunun da varlığından haberdar olduk. Yaklaşık 260 YPG’li IŞİD kuşatmasından sonra Kobani’den Suruç tarafına geçmiş ve günlerce Suruç Fen Lisesi’nde tutulmakta. Sivil Kobanili olmadıkları için ilgili yasalar çerçevesinde sorgulanmaktalar.
Çengelli Köyü’nden tekrar Suruç şehir merkezine ilerlerken sadece metrelerce uzaklıktaki bir şehrin yanı başındaki bir başka şehre olan benzerliğini düşündüm. Yani iki şehri. Suruç ve Kobani’yi. Acaba hikâyeleri benzer mi? Kobani ve Suruç şehirleri sosyo-ekonomik olarak yoksulluk ve sefalet içinde, siyasal olarak Kürt milliyetçiliği girdabında, şehircilik olarak renksiz ve keşmekeş bir görünümde, gündelik hayat açısından ise fazlasıyla ölüm ve kan terennümlerini zikreden bir fanusun içinde buldum. Bir yandan da sığınmacılara ellerini uzatan, battaniye ve aşlarını paylaşan, merhamet ve şefkat kanatlarını açmış mini bedenli koca yürekler de gördüm. Aynı manzara, büyük bir ihtimalle “coğrafyanın kaderi” diye bir şey şayet söz konusu ise, Kobani için de geçerli. Suruç’tan ayrılırken geride Suruçluların gözlerindeki şüpheli bakışları, dillerindeki devingenliği, bedenlerindeki yorgunluğu ve perişanlığı, zihinlerindeki gel-gitliği, geleceklerindeki belirsizliği heybeme boca tutarak ayrıldım. İngiliz edebiyatçı Dickens’in “yazdığım en iyi hikâye” diye nitelendirdiği İki Şehrin Hikayesi’ndeki şu mısralar gibiydi Suruç: “Bir taraftan aydınlık, bir taraftan da karanlık bir mevsim vardı. Bir taraftan umudun baharı vardı, diğer taraftan yeisin kışı. Her şeyimiz vardı, ama hiçbir şeyimiz yoktu.” (Radikal)
Naman Bakaç
Batman Mazlum-Der Yöneticisi
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.