HAYRETTİN KARAMAN KÜRTLERDEN VE İSLAM’DAN ÖZÜR DİLEMELİ
Karaman hoca’nın “Bölünmeye giden yol kapatılmalıdır yazısındaki “kundakçı” hikayesi, kariyerine hiç mi hiç yakışmadı...
12 Haziran 2012 Salı 18:36
Hayrettin Hoca’nın eserlerini, tanıdığım İmam-Hatip Lisesi eğitimimden bu güne okurum, özellikle ihtisas alanı olan fıkhi konuları... Bu yüzden kendisine büyük saygım var. Hoca’nın Yenişafak’ta çıkan “Bölünmeye giden yol kapatılmalıdır yazısındaki tuhaf-talihsiz “kundakçı” hikayesi, kariyerine-oluşturduğu güvene hiç mi hiç yakışmadı. Tabi bu, bir çok gerçek dindar Kürt- Türk aydından da oldukça ciddi tepki aldı, alıyor. Hoca eleştirilere karşı yazdığı bir dizi cevapta, hakperest bir mümin olmanın ve medeniliğin bir icabı olan hatasını anlama- özür beyanı anlamında bir açıklama yapmadığı gibi eski söylemlerinde ısrar ettikçe tartışmalar da uzayıp gidiyor. Netice itibarıyla faydalı olduğuna da inanıyorum bu seviyeli ve müspet tartışmaların. Zira güç ve devlet lehine, hak ve adalet aleyhine fetva vermek için durundan vazife çıkaracak “ulema’üs-su” örnekleri ile sık sık karşılaşacağız anlaşılan. Böylece dinin hakikisi ortyaya çıkar; bu kutsi değeri kötüye kullanan anlayışlar da deşifre olmuş olur.
Hoca’nın “Kürtler, bölücülük ve hakları” bağlamında anlattığı “Kundakçı” hikayesi: “Efendim bir ev sahibi, yersiz yurtsuz bir adama acıyarak evine alıp çatı katına yerleştirmiş. Adam nankörlük edip evi kundaklamış, Dolayısı ile İslam Fıkhı’nda ki “seddi-zerai” prensibi ile bu potansiyelde bir adamı normalde helal-meşru haklarından mahrum etmek caizdir” ile biz Kürtlere bir özür borcu olduğu açık. İhtisas alanı dışındaki bir meselede, had sınırını aşıp fikir serdetmeye kalkışınca, çatı katına layık “Kundakçı”gördüğü biz Kürtler’e karşı böyle ilkokul seviyesi söyleminde “Kundakçı” bocalamalara düçar olmaktan kurtulamıyor. Kürtlere karşı yaptığı hatayı özür dileyip Kürtlerin yerlerini, yurtlarını öğrenerek telafi edebilir. Ama bence asıl haksızlığı İslam’ın temeli olan “adalet” e karşı yapıyor. Öyle bir haksızlıktır ki Ortaçağ Hristiyanlığının despot idarelerin zülmüne fetva veren anlayışına benzer bir imajı İslamiyet’e bulaştırmaktır bu. Akıl-vicdan ehlini, mazlumları İslam aleyhine geçmeye sevk eden dehşetli bir haksızlıktır. Bence hocanın İslam’a karşı da ciddi bir özür borcu var.
Bediüzzaman, Mektubat’ında:“Hakikî Hıristiyanlık değil, şimdiki Hıristiyan dininin esasıyla İslâmiyetin esası çok cihetlerle ayrı ayrı gidiyorlar: Çünkü Fransızlarda, havas ve hükûmet adamları elinde çok zaman Din-i Hıristiyanî, bahusus Katolik Mezhebi; bir vasıta-i tahakküm ve istibdad olmuştu. Halbuki Din-i Muhammedî ye karşı; hiçbir mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakkı yoktur ki, ondan şekva etsin. Çünki onları küstürmüyor, himaye ediyor. Tarih-i İslâm meydandadır” der.
Şu sözelere bakarmısınız Allah aşkına“Bizde bazı "insan hak ve hürriyetleri" havarileri de "federalizm dahil her şey konuşulabilir" gibi laflar ediyorlar da, o hikayeyi ve bu fetvayı bir katkı olur diye naklettim.” Hoca“hak ve hürriyetler”i, hatta“federalizm”gibi Osmanlı dahil bir çok eski İslam devletlerinin idare tarzı olmuş sistemlerin konuşulmasından dahi rahatsız. Ve kendince bunu önlemek için bula bula zalim Saddam ve diktatör Şii Maliki’nin“ulema’üs-su(İslami literatürde dini bilgisini dünyevi menfaat ve güce alet eden alimler için kullanılır: ‘kirli-kötü alim’. Alimin kirlisi, kirli dindarlığa da yol açıyor maalesef. Bir çok şeyin çakması olduğu gibi dindarlığında kirlisi olabiliyormuş. Sahtesinden sakınmak lazım demek ki. Öyle görünüyor ki çakma çakmayı çekiyor. Anlayacağınız kirli kirliyi Bağdat’ta buluyor.”) rolündeki Abdülkerim Zeydan’ın ırkçı “fetva” sını buluyor,kendi “kundakçı” fetvasını da katarak servis ediyor. İslam Hukuku’ unda esaslı bir kaynak sayılmayan, tali, tartışmalı ve sonradan oluşturulmuş yardımcı bir müessese olan “seddi zerai” yi de tekellüflü tevillerle zikredip güya olaya kendince dini bir sos vermeye çalışıyor.
Halbuki zarar olabilir ihtimali ile helal bir şeyi yasaklamayı öngören“Sedd-i Zerai”yi bir çok İslam alimi İslami bulmuyor. Çünkü somut bir ölçütü yoktur. Tarihte de bir çok zalim idareci tarafından su-istimal edilmiştir. Bediüzzaman’ı dinleyelim: “Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir anlayışı: "Milletin selameti için fertler feda edilir. Cemaatın selâmeti için fertler kurban edilir. Vatan için her şey feda edilir" diye olan kanun yüzünden bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun sûistimalinden doğmuştur. Bu anlayışın bir hadd-i muayyenesi/ belirgin bir ölçüsü olmadığı için pek çok sûistimale yol açılmış. Bu gaddar anlayış, iki Dünya savaşının vücuda gelmesine sebep olmuş. Ve bin senelik beşerin ilerlemesini zîr u zeber ettiği gibi, on cani yüzünden doksan masumun mahvına fetva verdirmiştir. Bir menfaat-ı umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir cani yüzünden bir kasabayı harab etmiştir. İşte beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar analayışına karşı arş-ı âzamdan gelen Kur'an bu ilkeyi şu ayetlerle ifade ediyor: "Bir adamın cinayetiyle başkalar mesul olamaz. Hem bir masum, rızası olmadan bütün insanlar için dahi feda edilmez. İşte Kur'an'ın bu hakikatı hakiki adalet-i beşeriyeyi tesis ediyor” E. Lahikası:374
Hoca’nın bu sözünde,“adalet”ilkesinin araçsallaştırıldığı bir anlayış kendini hemen ele verir. “Hak- adalet”ilkesi gibi mutlak bir farzı ve insani bir değeri istihfaf etmek, bunun yanında bölünmemek-ümmet birliği gibi arızi bir emri, şekli-değişken bir ihtiyacı yüceltip esas yapmak, “adalet anlayışı”ndan ayrılıp “güvenlikçi anlayış”ta karar kılmaktır. Bu İslam’ın ruhundan ciddi bir sapmayı ifade eder. “Safiyeyi kafiyeye feda etmek”; bedeni elbiseye göre yontmaktır.İşte tarihteki bütün katliamlar, bu İslami ve insani ilkeden sapmanın sonucudur. Böylece Firavun’un doğacak çocuklardan birinin mülkünü yıkması ihtimaline binaen doğan bütün çocukları katletmesi, bazı zalim padişahların mülküne ortak olması ihtimaline dayanarak İslam’a taban tabana zıt bir anlayışla beşikteki masum kardeşlerini dahi katledebilmesi, “Söz konusu vatan ise gerisi teferruattır” ile “vatan”, “devlet” gibi insana hizmet için var olan araçları amaç yapıp insanı-hukuku kurban-hizmetkar gören vahşi anlayışlar beşerin başına musallat olmuştur.
Halbuki Kuran’a göre İslam dininin özü olan iman ve adalet ilkeleri dışındaki her şey teferruattır. Çünkü büyük İslam bilginleri Kuran dört temel unsuru/ilkesi olan tevhit, haşir, nübüvvet ve adaleti iman ve adalet kavramında özetliyorlar. Bediüzzaman Mesnevi-i Nuriye isimli eserinde aynen şunu der: “İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim, a’mâl-i salihadır. Sâlih amel ise, maddî ve mânevî hukuk-u ibâda tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın ifa etmekten ibarettir. İslam medeniyeti’nin dayanak noktası, kuvvete bedel “haktır”; şe’ni/özü adalet ve tevazundur.” Gerçekten de Kuran’ın kararlı ve yaygın bir şekilde en çok vurguladığı iki ana kavramdır iman ve amel-i salih. Bediüzzaman amel-i salih kavramını da şöyle tanımlar “ Maddî ve mânevî hukuk-u ibâda tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın ifa etmekten ibarettir.” Yani insanların maddi ve manevi haklarına saygılı olup bu haklara tecavüz etmemek, bu hakları ihlal etmemek; bununla beraber Allah’ın hukukuna da riayet etmek. Bir insan ve bir Müslüman için iman edip etmemek iradidir. Fakat adil olmak zorunluluktur. Bu nedenle bir mümin için parola “Önce adalet”tir. “Aleyhine dahi olsa adil ol” şeklindeki Kurani emir, “adalet” gibi bir asli ilkenin, en lüzumlu şeyler için dahi feda edilemez olduğunu ifade eder. Çünkü ‘Yerler ve gökler ancak adalet üzerinde durur.’
Nevzat Eminoğlu - Avukat
[email protected]
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.