DİCLE KIYISINDA KENAN IŞIK SÖYLEŞİSİ...
Sofrada baş başa’nın bu haftaki konuları Kenan Işık ve Bejan Matur... Yer: Dicle kıyısı...
27 Ocak 2013 Pazar 16:04
Kenan Işık’la tuhaf bir günde sözleştik. Diyarbakır’a “Antiogone” oyununu götürüyordu. Onunla Dicle kıyısında şiiri, Doğu’yu konuşacaktık. Ama daha yoldayken konuşmanın seyri değişti. Ölümün sessizliği garip bir kader gibi sözlerin yönünü belirledi. Paris’te öldürülen üç kadının cenazesi ile aynı uçakta gidiyorduk çünkü. Diyarbakır’da ölümü, kardeşliği konu edinen bir oyunu sahneleyecek olan bir sanatçıyı hayatın doğrulaması gibiydi o yolculuk. Haliyle söz siyasette düğümlendi.
Dicle kıyısında On Gözlü Köprü’ye bakan Erdebil Köşkü şahane bir ev sahipliği yaptı bize. Cezayir, Ararat ve Celal Bey’in zarif servisi ile bin yıllardan süzülüp gelen tatlara bakarken memleketi konuştuk. Buralı olmayı, toprağa aitliği, sessizliği ve de...
“Antigone”ye özel önem verdiğini biliyorum. Antigone”nin Diyarbakır’a gelişinin anlamı nedir senin için?
- “Antigone” Diyarbakır’la doğrudan bağlantılı bir hikaye zaten. Silahlar patlıyor ve kardeş kardeşi öldürüyor. Gelirken şoför, iki oğlumdan biri askerde dedi. Öteki oğlunu sorsan, “Dağda” diyecek. Yani bu dağdakiyle ovadakinin bir gün bir yerde karşı karşıya gelmemeleri söz konusu değil. Geliyorlar zaten... Bundan 2500 yıl önce biri öykü yazmış, demiş ki kardeşin kardeşi vurması, öldürmesi hayra alamet değil. Sanki bugüne tavsiyede bulunmuş gibi. “Yapmayın” diyor sanki. Ama ne için kardeş kardeşi vuruyor? Oraya baktığın zaman da... İktidar Creon’a yani dayılarına geçiyor. Acaba dayılarının bu kardeş kavgasında bir dahli var mıdır? İncecik bir biçimde metinde var.
Bugün de dayılar var!
- Evet kardeşliği unutturan dayılar var. Burada gerçeği unutanlar, görmezden gelenler yarın öbür gün “Bizim idealimize ne oldu? Tasavvurumuza ne oldu? Dayı iktidarda yahu! Ve dayı bir faşist. Yani “Devlet onu yönetenin malıdır” diyen biri. Bu laf bize yabancı değil. 2500 yıl önce yazılan “Devlet, onu yönetenin malıdır”ı biz bu coğrafyada gördük. Bitmeyen bir şey bu. Peki, bu insanlar bunu mu hak ediyor? Doğu’nun geçmişine baktığın zaman... Anatolia işte ya! Güneşin doğduğu yer, uygarlığın başladığı yer... Bu coğrafya bunu hak ediyor mu? Bu geçmiş kültüre ayıp etmiyor muyuz acaba?
Belki de bir hatırlamaya ihtiyaç var. “Biz” duygusunun yaslandığı kadim kültür referanslarına ihtiyaç...
- Ortak bir kültür var ve bu kültürün yaslandığı, dayandığı yer de kadim Anadolu kültürü. Yani Göbekli Tepe’ye bakarsan, 11 bin yıl önceye kadar giden bir kültür bu. Bunu besleyen şey, dil. Yani yok olmaması gereken şeydir dil. Çünkü gündelik hayata baktığın zaman, Ermenilerde, Kürtlerde, Türklerde ya da Alevilerde ortak bir hayat var, birbirlerine benzeyen...
“Bu milliyetçi insanlar Twitter’da, Facebook’ta nasıl peydah oldu?”
O benzerlikten geriye kalan ne var?
- Ben bu kültüre yakın iki halk tanıdım. Biri Ermeniler, diğeri de Yunanlar. Hiç yabancı değiller birbirlerine. Bir Yunan, Diyarbakır’a gelse, kendini hiç yabancı hissetmez. Amerika’dan gelmiş bir Ermeni Diyarbakır’dan söz ederken “Toprağı öptüm ve ağlamaya başladım” diyor. Yani bu duyguyu anlamamak aptallık. Bu duyguyu reddetmek zaten kimsenin işine gelmez. Bu noktada buluşmak bence önemli. Çünkü Anadolu’nun bize emrettiği o kadim kültür zaten bizim buluştuğumuz ana nokta. Senin şiirine, Ahmed Ârif’in şiirine, Yaşar Abi’nin (Kemal) romanına baktığın zaman bu dil ortaklığının aslında insanları nereye taşıdığını da görüyorsun. Sen Türkçe yazıyorsun ama Türkçe yazan bir başka şair gibi yazmıyorsun. Kürtçe bilen birinin Türkçe yazıyor olması, Türkçe’ye de bir değer katıyor.
Tabii benim Türkçe’yle bağım; sadece iki dilin gramerini taşımak değil. İki dünyanın yükünü taşımak gibi. Zor, travmatik ama vazgeçilmez. Başından itibaren beni toprağın derinlerinde dilsiz duran, dilsiz bırakılmış olan hikayeler ilgilendirdi. Coğrafyanın hafızasına merak duydum hep. Orada Türklük ve Kürtlük hep satıhtaydı.
- Burada aslolan şu; kendine yabancı olan, kendi kültürünü dışlayan yani başka kültürlerin peşinden koşan, kendi menkıbelerinden, destanlarından değil de başka kültürlerle beslenen halklar, kavimler yok olmaya mahkumdur. Tarih bunu bize her zaman ispatlamıştır.
Belki de Kürt meselesini biraz buralardan bakarak yeniden düşünmek gerekiyor.
- Haklısın Kürt meselesi fazlasıyla sathi düşünüldü. Hâlâ yüzeysellik aşılmış değil. İşte “Barışalım’ deniyor. Bir düşmanlıktır peydah olan...
Ama kimse sormuyor o düşmanlık neden peydah oldu?
- Çok haklısın bu sorunun etrafında birtakım gruplar var. Çok yüzeysel, anlamayan, milliyetçilikle beslenmiş bu insanlar Twitter’larda, Facebook’larda nasıl peydah oldu? Nasıl oldu? Bu düşmanlığı ortaya çıkaran şey nedir? Ne oldu da bu kültür kayboldu ve yerine başka şey ikame edildi?
Kültüre yabancılaşma, geçmişi, benzerliği unutturduğu içindir belki de. O unutkanlığın üzerine her türlü düşmanlık inşa edilebilir.
“Ölümün bir hukuku var, ölüm bizi eşitler”
Başkalarının öyküleriyle mutlu oluyorsan, kendi öykülerini bir tarafa attıysan, yok olursun. Hiç kimse senin yok oluşuna mani olamaz. Diyarbakır’da da gördüğüm bu. Diyarbakır da böyle bir yozlaşmanın içinde. Birilerinin tahayyülünde başka bir Diyarbakır var belki. Doğulu, biraz Halep’e benzeyen...
Oyunda kardeşliğin gereğine işaret eden bir kız kardeş Antigone. Bu toplumun anaerkil yanı nedense hep gözardı ediliyor.
- Tabii canım. Böyle bir coğrafyadır. Hâlâ da hâkimdir. Kadınlara bıraksak, bu iş çözülecek. İşte ben gördüm dün cenaze töreninde (17 Ocak-Perşembe). Ağırlıklı olanlar kimlerdi; beyaz örtüleri sallayan ve onları takanlar erkekler miydi, kadınlar mıydı? Şimdi Antigone de öyledir. İlk sivil eylemcidir. Karşı koyduğu şey önemli: “Sen kendi kafana göre yasa koyamazsın. Yasa koymanın bir haddi ve hukuku var” diyor, “Sen ailemi ilgilendiren o küçücük alanda, yasa koyamazsın. Ben ölümü istediğim gibi gömerim. Bana emredilen neyse, yani gelenek neyi icap ettiriyorsa ben öyle gömerim ölümü.” Bugün de işte cemevinden mi kalkacak, camiden mi? Sana ne! Nereden kalkarsa kalkar.
Ölümün bir hukuku var. Ölüm bizi eşitler. Bu uyarlama aslında bizim bu coğrafyaya uygun bir metin. Özellikle şu günlere ne kadar uyuyor.
- Evet. Çünkü Antigone ölen ağabeyi için oturup da mezar ararken, aklımıza Galatasaray’daki “Cumartesi Anneleri”nin gelmemesi mümkün değil. Aynı şeyi istiyorlar çünkü. Antigone diyor ki “Onun mezarını bileyim. Gidip bir tas su dökeyim. Dua edeyim.”
Toprağın tesellisi var çünkü.
- Peki, Galatasaray’daki kadınlar ne istiyorlar? Faili meçhule kurban gitmiş kocalarının, kardeşlerinin mezarını bilsinler, ya sadece mezarını bilsinler, bir tas su döküp dua etsinler, çiçek eksinler diye...
Anadolu’da kadın olgusu var. Ben anamdan biliyorum. Babam öldüğünde 36 yaşındaydı ve de halimiz vaktimiz yerindeydi. Şu anda Malatya’daki otogar, büyük AVM babamın toprakları üzerinde yapıldı yani. Anam “Yok, siz okuyacaksınız. Ben sizi götüreceğim” dedi. Bizi Ankara’ya götürdü. Anamın diğer insanlarla ilişkilerine bakıyorum da, bir tek kaynanasının sözünü dinlerdi. Yani büyükanam Adıyaman’dan gelmişti, Samsatlı. Ama öylesine etkili bir kadındı ki annem gibi bir zeka bile onunla baş edemiyordu. Şimdi büyükannemden başlıyorum, anam, ablalarım ve sonra biz. Biz hiçiz yani üç erkek kardeş. Biz onlara borçluyuz. Yani ben Anadolu’yu bilirim. Anadolu kadın coğrafyasıdır.
Kenan sen buralarda dolaşırken hangi dilde konuşuyorsun? Birkaç kelime de olsa Kürtçe bilmiyorsun, değil mi?
- Yok ya. Hiç.
Yalnız bu çok enteresan değil mi? Mesela diller yan yana yaşıyor. Ermenice de var senin çocukluğunda, Kürtçe de var ama değmemişler sana.
- Yasak ama. Gündelik hayatta kullanmadılar ki hiç. Bazen TRT Şeş’e bakıyorum. “Aa” diyorum, “bu adam profesör, bilmem ne üniversitesinde ve adam Kürt ve Kürtçe’yi ne güzel konuşuyor.” Ve adam o zamana kadar konuşmamış. Çok takdir ediyorum. Unutulmamış ve konuşuyor adam. Yasak olmasaydı o kadar sene, konuşurduk şu anda, açık söyleyeyim.
Kürtçe yasak olmasa Türkler de öğrenirdi.
- Şurada Diyarbakır’da üç ay kal, herkes konuşur.
Tabii. Türkiye’den bu esirgendi. Bundan mahrum kaldık. O dil çeşitliliğinden... Sadece onu konuşana değil, diğerlerine de zulmediyorsun aslında. Onları da bir zenginlikten mahrum ediyorsun. Bir da na düşünüyorum biliyor musun; şu sükunet ve dinlemek meselesine aslında geri dönmek lazım. Yani biraz sessiz olmak... Fazla gürültü var çünkü.
- Ben bu cümleyi iki gün önce kendi kendime söyledim. Nasıl söyledim biliyor musun? Bir, sen bana uçakta ‘Sakine’nin annesinin suratına bak...’ dediğin zaman aklıma geldi. Sakine’nin annesinin suratına bakmadan önce senin yüzüne baktığımda... Sende de söz yoktu. Sadece ifade vardı. O zaman dedim ki hakikaten söz olmasın. Ve bazen beden birbirine gider yani. Söz yoktur. Beden böyle yaklaşmak ister, el uzanmak ister. Daha değerlidir bence.
Az önce bir şey söyledin; bu çok önemli... Dedin ki; bu insanlardaki bu mazlumluk, bu tevazuyu devlet sanki ceberutlukla elde etmiş gibi davranıyor. Halbuki bu doğal bir saygı.
“Bu coğrafyadaki kültür bağışlamayı emrediyor”
- Evet. Devlet şöyle bakıyor... Diyor ki: “Benim egemenliğimi yürütebilmem için sert olmam lazım.” Halbuki onun susması ondan değil.
Ama nasıl bir şeyse, egemenin zihni kaymış. Yanlış bir sahiplenme... “Doğru benim!” diye direten bir egemen.
Diğer yandan bir barış arayışı var. Buna mecburuz. Tabii kolay olmayacak; son 30 yıla baktığın zaman, o kadar ölüm... 40 bin insan. Sayılar önemli değil tabii de...
- Önemli değil tabii. Bunun 35 bini Kürt’tü, 7 bini Türk’tü... Bence bu da önemli değil. Delikanlılar öldü ya. 20’sinde, daha sakalı bile çıkmamış...
Evet. O kadar insan.. Ama hâlâ... Yani bir çocuğu hâlâ dağda ama diğerini askere gönderiyor. Bu küskünlük oralardan olmadı yani. Belki kalbi kırıldı.
- Bağışlamak ve affetmek... Bu coğrafyadaki bu kültür, aynı zamanda bunu da emrediyor. Geçenlerde gazetede okudum. Bir cenazede “Nasıl bilirsiniz?” diye sormuş imam, “İyi biliriz” deriz ya; bir tanesi çıkmış, “İyi bilmeyiz.” demiş. Borcu mu ne varmış... Adamı linç ediyorlarmış.
Ölümün affeden yanı bu...
- Bu kültür sana şunu emrediyor. “Nasıl bilirsiniz?” dediğinde, sen “İyi biliriz” demek zo-run-da-sın. Kültürünün vaaz ettiği şey bu. Dinin de vaaz ettiği şey bu. “İyi biliriz” diyeceksin.
Son 30 yıldaki ölümler bize o bağışlama duygusunu hatırlatabilecek mi peki?
- Kürt’se de Türk’se de “İyi biliriz” diyeceğiz. Dertliyim, değil mi?
Güzel dertlisin. Hâlâ konuşabiliyoruz ya bunları, asıl değerli olan bu.
“Yazlık ev, deniz kenarında olmaz, dağda olur”
Nasıl bir doğa seni mutlu eder, hangi manzaranın içinde daha kendinsin?
- Bende de dağ olacak, su olacak, ağaçlar olacak. Yazlık ev deniz kenarında olmaz bana göre.
Nerede olur?
- Dağda bir yerde olur. Su akar. Su olacak. Küçük de olsa bir su gidecek yani.
Ben ormanda nefes alamam. Fazla yeşil üstüme gelir. Bozkır olacak, taş olacak. Biraz sarı, çorak bir renk olacak. Çöl... Orada rahat ediyorum. Muhayyilemi o tetikliyor.
- Gavur Kalesi var. Gittin mi? Antep’te...
Tabii biliyorum. Zeugma’dakinden. Yuhanna’nın yazıldığı mağara orada.
- Evet, işte oralarda kendimi acayip hissediyorum.
KENAN IŞIK: Bana Marksist, bölücü hatta Sabetayist bile dediler
BEJAN MATUR: Sabetayist’i zorlamışlar. Sen Malatyalısın yahu!
- Bana “O hâlâ Marksisttir” demişler geçen gün. Dur, dedim. Bunu şimdi duydum. Ben ondan önce Sabetayisttim, Ermeni tohumuyum, bölücüyüm...
Bu cı, -cu eklerine ciddi alerjim var zaten. Ben şuyum demeye kalksan diğer yanın çekiştirir. Demokratım derim olsa olsa. Sabetayisti de zorlamışlar. Sen Malatyalı’sın yahu. Bu arada sen Malatyalı’sın, Hrant Malatyalı’ydı, Ahmet Kaya da öyle.
- Ahmet Kaya... Benim mahalle arkadaşımdı. Aynı mahallede büyüdük.
Onları kaybetmek peki...
- Hrant’ın ölümü çok canımı yaktı. Ahmet’in ölümü ha keza... Ahmet ölmüş, ben o sırada gazetede yazıyorum. Canım sıkkın, sis de var Boğaz Köprüsü’nde, göz gözü görmüyor. Hatta Boğaz Köprüsü’nün yolunu şaşırdım. O sırada radyoda Ahmet’in ölümünü duyurdular, Paris’te öldü diye. Ben o günü yazdım. “Gurbet Ölümleri” yazının adı; Ahmet’in gurbetteki ölümü, Yılmaz Güney’in, Nazım Hikmet’in gurbetteki ölümü... Bu ne biçim bir ülke ya? Kimse vatanında ölmedi! Ertesi gün, Arda Uskan aradı, “Ya sen tiyatrocusun, yazı yazıyorsun diye yadırgıyorduk ama bugün gazetede hiç kimse yazmamış Ahmet için. Tek sen yazmışsın” dedi. Ben de “Gazeteci olmadığım içindir” dedim. Yani tutmuşlar kendilerini. Ahmet gurbette ölmüş, bir zulme kurban gitmiş ve bütün gazeteciler kendini tutmuş, yazmıyor. Halbuki kimse de onlara yazmayın demiyor. Ben yazdım ve yayınladılar.
Demek ki onlar da yazsaydı yayınlanacaktı.
“Şu sükunet ve dinleme meselesine geri dönmek lazım. Yani biraz sessiz olmak... Fazla gürültü var çünkü”
“Kaliforniya’da Ermeniler İbrahim Tatlıses dinliyor”
- Ben Yunanistan’a gittim. Beril’in, karımın babaannesi oralı, Kavalalı. Osmanlı Kavala’sı duruyor. Bildiğiniz Osmanlı evleri. Annesi mübadeleyle bu tarafa geliyor, buradan da oraya gidiyorlar. Demiş ki “Sardunya çiçekleri ne olacak? Kim sulayacak onları?’’ Ben de gittim, eski Kavala’yı dolaşırken “Babaannenin ruhu buralarda bir yerdedir. Söyle, komşusu suluyor sardunya çiçeklerini” dedim. Orada bir kadın suluyordu.
Ve hâlâ suluyorlar aslında. Bu şefkatin tümden yok olmayışı aslında değerli.
- Atina’da gidiyorum, benzin alıyorum. Türkçe konuştuğumuzu görünce “Ben para mara almam?” dedi. Sonra dedesini anlattı, “Benim dedem buraya geldi. Buradaki bardakları bir türlü sevmedi. Her çay içişinde bizim ince belli bardak deyip tutturuyor. Burada yok, bize göndersene” dedi. Dönünce bir düzine gönderdim. İşte kültür böyle bir şey.
Ermenilerde de çok benzer bir hasret var...
- Aynen öyle. New Jersey’ye gittik. Bir baktım, İbrahim Tatlıses dinliyorlar... Baktım Ermeniler... Başka bir öykü bilmiyorum böyle.
İnsanda dile, edebiyata dair tutku olunca, diğer kültürleri sahiplenip değer vermesi kendiliğinden oluyor.
- Yani bugün sadece Kürtçe’yi savunmuyorum ben, Hemşince’yi de savunuyorum.
Milliyet
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.