22 Kasım 2024
  • İstanbul17°C
  • Diyarbakır11°C
  • Ankara16°C
  • İzmir19°C
  • Berlin2°C

DERDİMİZİN DERMANI NE?

Egemenliğini farklılıkların bir arada yaşamasına imkân vermeden sürdürmek isteyen bir Türk milliyetçiliği zaten vardı. Artık, yaptığı her şeyi...

Derdimizin dermanı ne?

14 Haziran 2011 Salı 20:58

 Egemenliğini farklılıkların bir arada yaşamasına imkân vermeden sürdürmek isteyen bir Türk milliyetçiliği zaten vardı. Artık, yaptığı her şeyi mağdur/mazlum pozisyonunu gerekçe göstererek meşrulaştırma çabasında olan bir Kürt milliyetçiliği de var ve giderek güçlenmekte.

Türkiye, ‘dünya derin devleti’nce kaderine terk edilemeyecek kadar önemli bir ülkedir, jeo stratejik bir önemi vardır, türünden hikmetamiz (!) ifadeleri çoğu siyaset bilimci-gazeteci, yazar, stratejistin ağzından duyarız. Kaderine terk edilmeme durumu belirlenmiş kader üzerine berdevam olma tarzında anlaşılmazsa, hikmet ve reel-politikten uzaklaşma kaçınılmazdır. Bu durumda da ülkesini seven çoğu kimse romantikliğe mahkum varlıklar olarak ‘göğe baygın baygın bakıp’ duracaktır. Türkiye’de dünya derin devleti karşısında vatansever insanların düştükleri/düşecekleri zorunlu durum bu mudur? Kuşkusuz milletlerarası ilişkiler menfaat esasına göre yürür ve buna göre aynı ilke -teorik de olsa- iç politikada da ‘milletin menfaati esastır’ formatında öne çıkartılır. Amacımız ‘olan’a itiraz etmek değil ve itiraz durumu da değiştirmez üstelik. Ancak bu bağlamda şunu hatırlatmak/öne çıkarmakta fayda vardır: Milletlerarası ilişkiler acaba milletleri de aşan tröstlerin patronajında mı kotarılmaktadır? Elbette öyledir diyenlerin kimin kimden ne amaçla ne istediğini biliyor olması gerekmez mi? Elbette gerekir, ancak ne yazık ki böyle bir soruya verilebilecek net bir cevap yoktur. Cevap vermeye çalışanların spekülasyon aracılığıyla iş gördükleri ise herkesin malumudur.

Kan ve vatan neden özdeş?

Türkiye’deki vatansever insanların dünya derin devleti karşısında almış oldukları tavrın romantik bir tavır olmadığını aksine son derece akli bir tavır olduğunu söylemek gerekir. Akli tavır bu bağlamda şu iki durumu birbirinden peşinen ayırır: Kan esaslı kurban olma durumu ve ahlaki sadakat. Sıradan bir toprak parçasını vatan yapan şey nedir sorusuna kurbansal sunu peşinde olanlar ‘kan’ cevabını verirken, sıdkı bütün insanların o eşsiz ve benzersiz ahlakı nesilden nesile akarak gittiği her yeri güzelleştirir. Ahlakın yeşermediği bir toprak parçası nasıl vatan olabilir? ‘Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır’ sloganı etrafında kümelenenler, kanın hangi etnik unsura ait olduğunu da belirleyerek teşevvüşü (!) ortadan kaldırır. Bu bakımdan vatan denilen nesne akıtılan kanın miktarı ve yayılma alanıyla tebarüz eder.

Türkiye son otuz yılını ‘kanlı bir siyaset’e boğmuş durumdadır. Kan akıtanlardan kime sorarsak soralım, amaç kesinlikle ‘yüce’dir. Ne ki, kandan beslenen ancak vampir gibi itibari varlıklar olabilir ve onlar da kanlarını yenileyemedikleri için her zaman taze kana ihtiyaç duyarlar. Milletin bu bakımdan bir kan yetmezliğine muhatap kılınması sonu gelmeyecek kan davası sarmalına kapılmayı kaçınılmazlaştırıp, neticede vampir bir millet olmanın yolunu açabilir. Taze kan kimdeyse vampir ona saldırır ve burada vampir büyük şeytan kapitalizmin ta kendisidir. Böyle düşünüldüğünde, kan yüce amacın dışında değildir. Neticede karşımıza, ‘kan akmazsa vatan olmaz, vatan olmazsa kan akmaz’ gibi bir yineleme çıkar. Oysa şu çok açıktır ki, toprağımız ahlakın toprağı olmadıkça bir vatanımız da olmayacaktır.

Türkiye’nin Kürt coğrafyasında Cumhuriyetle yaşıt bir sorunla yaşamaktayız. Dedelerimizin, babalarımızın iç içe yaşadığı, bizim daha yakın biçimde yaşamaya devam ettiğimiz ve fakat devletin akıl tutulması nedeniyle çözmeye yeltenmediği, çözümün yollarını adeta bilinçli/bilinçsiz tıkadığı ve her geçen gün daha da komplike ve içinden çıkılmaz hale getirilen bir sorunu yaşıyoruz. Bugün için sorunun adı konulmuş ancak hala çözüm noktasında ciddi adımlar atılamamış bir sorundur yaşadığımız. Kürt sorunu, benim adına “Kürt halkının hakları” sorunu dediğim bir sorundur yaşadığımız. Bir ülke düşünün ki kendisine ve halkına sürekli kan kaybettiren, can kaybettiren, mal kaybettiren, huzur kaybettiren bir sorunla uzun yıllar yaşıyor ve fakat sorunun varlığını kabul etmediği gibi, isimlendirilmesine dahi yanaşmıyor ve kaybetmeye devam ediyor. Bu hale tek bir isim konulabilir ki o da; akıl tutulması halidir elbet.

Devlet erkanı, asker ve sivil bürokrasinin tanımlamasıyla “terör sorunu” olarak nitelendirdiği bu soruna, salt askeri bir yaklaşım sergiledi uzun yıllar boyunca. Bu sorunun hakları, varlığı ve dili inkar edilen bir halkın sorunu olduğu uzun yıllar boyunca görmezden gelindi. Güvenlik eksenli politikalara indirgenerek askere havale edilerek sorunun çözüleceği heyulası egemen oldu.

Yaradan’ın bahşettiği kimliklerimiz

Ancak unutulan bir husus vardı bu anlayışta; Allah’ın farklı bir kimlikle Kürt olarak yarattığı bir halkın inkar ile güvenlik paranoyalı yaklaşımlarla yok edilmesi mümkün değildi. Nitekim böyle olduğu acı ve ağır bedeller ödenerek görülmüş oldu. Gelinen noktada, bu halkın varlığı Kürt olarak kabul edilmeye ve sorunun adı konulmaya başlanmıştır. Ancak savaşkan reflekslere sahip kesimler hala savaşın dilini terk etmiş değildir.

Yaşanan sıkıntılar, mağduriyetler, ödenen ağır bedeller Kürtler adına siyaset yapanların dilini de savaşkan bir dil haline dönüştürdü. Oysa siyasetin dili, doğası gereği barışçı olmak ve çözümler aramak-bulmak durumundadır. Ancak Kürt siyasetçilerinde bu dilin pek de egemenleşmediğini gözlemlemekteyiz.

Karşıt milliyetçilikler

Şiddet eğilimli dilin tetiklediği bir husus da milliyetçiliktir. Egemen olan ve bu egemenliğini farklılıkların bir arada yaşamasına imkan vermeyecek ölçüleriyle sürdürmek isteyen bir Türk milliyetçiliği zaten var. Artık yaptığı her şeyi mağdur/mazlum pozisyonunu gerekçe göstererek meşrulaştırma çabasında olan bir Kürt milliyetçiliği de var ve güçlenmekte. Her iki milliyetçi tavrın seküler, kutsalı olmayan ve diğerini kabule yanaşmayan bir karakterinin olduğunu unutmamak gerekir. Milliyetçi tavır ve reflekslerin toplumsal karşılığı hamaset ve kapramanlık söylemleridir. Her milliyetçilik kendi kahramanlıkları üzerinden hamaset üretmektedir. Karşılıklı kabul ve birarada yaşama imkanı adına yapılacak şeyler milliyetçiliğin doğasına terstir. Hal böyle olunca, akla ve ahlaka uygun bir çözüm ortamı tesis etme imkanı da ortadan kalkmaktadır. Savaşkan dilin, şiddet dilinin çözüm getirmediğini getirmeyeceğini ve sadece milliyetçi anlayışların değirmenine su taşıdığını öğrenmemiz için daha ne kadar genç insanın canı bedel olarak ödenecektir? Siyasetin sorumluluk-kararlılık-cesaret ile duruma vaziyet etmesi için daha kaç Türk ve Kürt gencinin ölmesi gerekmektedir? Çatışmasızlık ortamında Dersim’de, Hatay’da, Uludere’deki operasyonları, öldürülen PKK’lıları nasıl anlamak gerekir? Çatışmasızlık ortamında Kastamonu’yu, Sinop’u, Silopi’yi, Bingöl’ü ve diğer yerlerdeki saldırıları, ölen asker ve polisleri nasıl okumak gerekmektedir? Bu eylemler, operasyonlar çözümüne nasıl bir katkı sağlamaktadır?

‘Kürt halkının hakları sorunu’

Artık Kürt ve Türklerin sağduyusunun harekete geçmesinin ve siyaseti baskılamasının, çözümün oluşması için devreye girmesinin zamanı gelmedi mi? Siyaseti günü kurtarmak veya güç devşirmek anlayışıyla daha nereye kadar sürdürmeli? Siyasetin asıl mecrası olan sorun çözme kurumuna dönüşmesi için daha nelerin olması gerekir? ‘Kürt halkının hakları sorunu’nun çözümü için herkesin artık başını ellerinin arasına alarak, kendisini her ölen insanımızın ailesinin yerine koyarak düşünmesinin vakti gelmedi mi? Bugüne dek ödenen bedeller yetmedi mi? Türk ve Kürt veya başka kimlik sahibi olan herkese düşen çok önemli bir görev ve sorumluluk olduğunu hatırlamak noktasındayız. Olaylarda taraf olmayı, bulunduğumuz tarafa göre tavır ve yorum geliştirmeyi bırakalım. Her kesimin hem PKK’ya hem de devlete çağrıda bulunması, çözüm adına düşünce üretmesi, kendi çözümünü dayatmak yerine ortak uygun ve makul çözümlerde buluşma adına fedakarlık yapmaya hazır olması, kendi kimliğine sahip çıkmanın hak olduğunu bildiği oranda diğer kimlik mensuplarının da aynı oran ve biçimde hak sahibi olduğunu bilmesi ve inanması, kendisi için hak gördüğünün diğer insanlar için de hak olduğunu kabul edip sindirmesi, her yaşanan acıdan rant devşirmeye çalışanlara prim vermeden, yaşanan her acıyı kendi acısı bilerek çözüme odaklanılması gerekmektedir.

Türk-Kürt-Arap, Sünni-Alevi, solcu-sağcı, dindar-laik, kimlik, inanç ve düşüncelerimiz her ne olursa olsun, her nerede duruyorsak duralım; öncelikli meselemiz kanı durdurmak, çözümü kolaylaştıracak, savaşçı dili mahkûm edecek bir çaba içinde olmak olmalı. Bu amaçla gecikmeksizin toplumun değişik kesimlerinde (etnik-dini-düşünsel) farklı kimlikleriyle yer alan, insana karşı sorumluluk sahibi insanlardan bir diyalog gurubunun oluşması ve bu gurubun, farklılıkları bir hak gören ancak ayrıştırma gerekçesi kılmayan, kanı durdurmaya yönelik, kalıcı-makul-uygulanabilir çözümler için inisiyatif alması gerekmektedir. Medyanın da sorumlu davranması, çözüm dilini içselleştirmesi ve reyting uğruna topluma daha çok şiddet-gerilim-çatışma dili zerketmekten vazgeçmesi gerekmektedir.

Kürt sorunun çözüleceğine dair toplumda yeniden bir güven ortamının oluşturulması ve ümit telkin edilmesi kaçınılmaz ve acildir. Herkes, kendine ait olan doğruları dayatmak yerine ortak doğrularda buluşma çabasında olmalıdır. Kürt siyasetçilerinin de böyle bir ortama katkıda bulunmaları sorumluluk gereğidir.

Ömer Serdar KAPLAN (Avukat) - Star

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.