22 Kasım 2024
  • İstanbul17°C
  • Diyarbakır11°C
  • Ankara16°C
  • İzmir19°C
  • Berlin2°C

DEMOKRATİK AÇILIM: ŞİDDETİN SONU

Türkiye yirmibeş yıl boyunca yaşadığımız kan ve gözyaşından beslenen şiddet sarmalına tutsak kılınmak isteniyor.

Demokratik açılım: Şiddetin sonu

06 Ekim 2009 Salı 14:44

Türkiye yirmibeş yıl boyunca yaşadığımız kan ve gözyaşından beslenen şiddet sarmalına tutsak kılınmak isteniyor. Daha ne kadar Türk ve Kürt gencinin ölmesi, Türk ve Kürt annesinin yüreğinin dağlanması gerekecek?

Kendi hanesinde sıkıntısı olmayanın hanesine, dışarıdan “iç sorun” taşınabilir mi? Şüphesiz böyle bir anlayışın kabul edilebilme şansı mevcut değildir. “Kürt sorunu”, “Din sorunu” diye iki ciddi sorunla boğuşan Türkiye'ye bu sorunların dışarıdan gelmediğini bilmesi gerekiyor. Türkiye bu sorunlarını hep güvenlik tedbirleri ve hamasi söylemlere havale ettiğinden sorunlar büyümüş ve dış müdahalelere açık alanların oluşmasına neden olmuştur.

Din sorunu, dini olan her şeye karşı çıkmak, hafife almak, yaşam alanı bırakmamak, çerçevesi tam olarak çizilemeyen 'kamusal alan' söylemi ve dayatmacı bir laiklik uygulamasıyla veya dini olan her görünürlülüğü laiklik karşıtlığı diktesiyle mahkûm edici siyasetler ile dindar olanları kendimiz bir sorun haline getirmiş bulunuyoruz. Laikliğin din ve inanışlara eşit mesafede duran, hakem olan ve şiddete başvurmadıkça her din ve inanışın kendi algısı ve görünürlülüğü ile yaşamasını sağlayan bir idari sistemin adı olduğunu, bir yönetim tekniği olduğunu, bir ideoloji olmadığını, topluma din dışı bir inanışı zorla empoze eden düşünce sistematiği olmadığını; ülkemiz seçkinleri, bir türlü kabullenememektedirler. Türkiye'de yaşayan insanların en azından yüzde doksanı İslam dinine mensup ve en az yüzde yetmişi bir şekilde, yüzde elli-elli beşi tam biçimde dini gerekleri yaşamaktadır. Dini emir olan 'Başörtüsünün' serbest olması gerektiğini söyleyenler en az yüzde yetmiş beş olduğu halde, dayatmacı toplum mühendisi elit ve devlet bürokrasisini oluşturan zevat tarafından baskılar devam etmektedir. Din ve dindarlık kimi bürokratik zevat tarafından bir “fişleme” konusu yapılmakta ve bunu gizleme ihtiyacı dahi duyulmamaktadır. Vatandaşların laik- anti laik şeklinde bölünmesi için her tür adım atılırken ülkenin geleceği açısından yapılan bölücülükte bir beis de görülmemektedir.

KABUL EDİLMEYEN KİMLİK

Benzer bir uygulama da “Kürt sorununda” karşımıza çıkmaktadır. Uzun yıllardır Kürt diye bir etnik kimliğin varlığı kabul edilmemiş, ülkenin ekonomik gücü bu anlamda tüketilmiştir. İnkâra dayalı politikalar, sorunu ortadan kaldırmadığı gibi derinleşmesine sebep oldu. Kürtlerin bir kısmı var olma telaşıyla silaha sarıldığında, devlet sorunu siyasi-sosyal-ekonomik boyutuyla ele almak yerine salt güvenlik tedbirlerine dayanan bir anlayışı benimsemiş ve bu yaklaşım çözümü zora sokmuştur.

Kürt sorununu dile getirmenin terörle özdeş kabul edildiği yoğun baskıcı dönemde, hukuk ve düşüncenin savunulması dahi zorlaşmıştır. Oysa sorunları en basit çözme tekniğinin; sorunun olduğunu görmek, sorunu konuşmak, farklılıklara imkân tanımak ve bu düşünce harmanından çözümler üretmek olduğu kuralı dahi belli bir dönem göz ardı edilmiştir. Bu dönemin Türkiye'ye maliyetinin 35.000 civarında insanın ölümü, bugün iç-dış borcun ana para ve faizi toplamına eşit bir ekonomik fatura ile yaşanan ahlaki dejenerasyon, sosyal travmalar olduğu görülmelidir.

Türkiye'nin içerisinde bu iki ciddi sorunun var olduğunu gör(e)meden sadece dış güçler örtüsünü sorunların üzerine örtmek, bugün olduğu gibi yarın da bize kaybettirecektir. Sorun bizimdir ve bu sorunu çözecek olan da biz olmak zorundayız. Hamasete dayalı laiklik / milliyetçilik söylem ve siyasetiyle bu sorunları çözemediğimizi görmemiz gerekmektedir. Deve kuşu misali olmanın Ülkemiz insanına zarardan başka bir şey getirmediğini-getirmeyeceğini görmek için daha ne kadar bedel ödemek gerekiyor? Ödenen her bedelin, yaşanan her tahribatın, kırılan her kalbin sorunlarımızı başımıza mankurtvari bir koyun postu biçiminde geçirdiğini algılamamız için yangının bizim evimize sirayet etmesini mi beklemeliyiz?

Bu kadar zor ve dağıtılmış, bölük pörçük kılınmış bir coğrafyada Osmanlı bakiyesi olan Türkiye'nin, kendi içerisinde çözüm mekanizmaları üretememesi mümkün müdür? Çözüm üretmenin mümkün olduğunu görmek için daha ne kadar bedel ödemek gerekir?

Hiç şüphesiz Kürt sorunu bağlamında şiddetten beslenen odaklar vardır.

Kürtler açısından bu duruşun sahibi olan ciddi bir kesimin varlığı inkâr edilemez. Kürt sorunun konuşulması sürecinde yola şiddet yöntemiyle çıkılmış, bu yöntem adeta kanıksanmış ve zamanla tek yol haline gelmiştir. Kürt siyasetine hâkim anlayışın şiddetten beslenen bir anlayış olduğunu şahin tutumun insanları daha çok etkiler bir konuma bulunduğu kabul etmemiz gerekiyor.

Türk tarafında ise PKK'ya benzer bir tutumu yöntem olarak benimseyenlerin ciddi bir ağırlık oluşturduğu da inkâr edilemez. Şiddeti yöntem olarak seçen anlayışın, şiddet sarmalının gevşemeye başlandığını hissettiği anda daha çok şiddete başvurduğunu gördük.

Bu pencereden bakıldığında bu güçlerin duruş ve tavırlarında bir benzerlik ve örtüşme olduğu ve dolaylı olarak birbirlerini destekledikleri de tespit edilmektedir.

İki tarafın da en tehlikeli tarafı milliyetçiliği öne çıkarmaları ve milliyetçiliklerini kalıcı kılmak için şiddeti başat yöntem olarak uygulamaya çalışmalarıdır. Bu anlayışın temel açmazı halkın ve halkın desteğinin kaybetmesinin pek bir anlamının olmamasıdır.

YETERİNCE BEDEL ÖDEMEDİK Mİ?

Her milliyetçi; nedense millet adına hareket ettiğini, milleti kurtarmak istediğini iddia eder. Ancak her nedense de en ağır bedeli de adına hareket edip kurtarma iddiasında olduğu millete ödetirler. Millet temelli ve abartılan düşünceler, insanlara at gözlüğü takılması anlamına gelmektedir. Dünyaya ak-kara biçiminde ve dar açıdan bakan düşünce biçimlerinin; refah, huzur, hukuk, demokrasi, bir arada yaşama kültürü geliştirmeleri de mümkün değildir. Bunun mümkün olmadığını geçen yüz yıl boyunca bedelini ödeyerek, yaşayarak gördük.

Yeniden yirmi beş yıl boyunca yaşadığımız kan ve gözyaşından beslenen şiddet sarmalına tutsak kılınmak istenmekteyiz. Gördük, yaşadık ancak yeterli dersleri maalesef çıkartamadık.

Hükümetin başlattığı 'demokratik açılım' sürecini kösteklemenin ülkeye kayıp ettirmek anlamına geldiğini görmek için daha ne kadar bedel ödemek gerekecek, daha ne kadar Türk ve Kürt gencinin ölmesi, Türk ve Kürt annesinin yüreğinin dağlanması gerekecek?

İçinde yaşadığımız ve her geçen gün daha fazla canımızı acıtan sorunlarımızdan kurtulmanın yolu makulü aramak ve empati yapmaktan geçmektedir. Birbirimizi ötekileştirmeden farklılıkları bir zenginlik olarak görmemiz ve bunu kalıcı bir siyaset haline getirmeliyiz...

Cepheleştirme siyaseti güdenlerin unutmaması gereken çok önemli bir husus var; ya ülkemizi şiddet-korku-düşmanlık oluşturma sarmalından kurtarıp gerçek anlamıyla demokratik bir hukuk devleti kılarak refah ve huzurun büyüttüğü bir ülke kılacak veya bu sarmal içerisinde ülkeyi tüketip un ufak edecek önemli ve tarihi bir kavşaktayız.

Ömer Serdar Kaplan - Yeni Şafak

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.