22 Kasım 2024
  • İstanbul7°C
  • Diyarbakır6°C
  • Ankara12°C
  • İzmir17°C
  • Berlin1°C

DAVUTOĞLU AL JAZEERA’YE KONUŞTU: KOBANİ İÇİN NE DEDİ?

“Ayn-el Arab’ın (Kobani) düşmesi gerçekten bizi üzer ve düşmemesi için elimizden gelen katkıyı yaparız ama ...?”

Davutoğlu Al Jazeera’ye konuştu: Kobani için ne dedi?

16 Ekim 2014 Perşembe 10:54

Başbakan Ahmet Davutoğlu Al Jazeera’ye verdiği özel mülakatta “Ayn-el Arab’ın (Kobani) düşmesi gerçekten bizi üzer ve düşmemesi için elimizden gelen katkıyı yaparız ama Rakka düşerken neredeydiler? Carablus düşerken neredeydiler? Musul düşerken neredeydiler?” dedi.

Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun Al Jazeera'ye verdiği röportajın tam metni: 

Esselamu aleykum Verahmetullahi ve berekatuhu. Sizi Türkiye’nin Başkenti Ankara’dan selamlıyorum. ‘Bila Hudud’ programının yeni bölümüne hoş geldiniz. Türk hükümetinin karşı karşıya olduğu iç ve dış meydan okumalar çok büyüdü ve çoğaldı. Etrafındaki siyasi ve coğrafi konjonktür büyük ölçüde ve hızlı bir şekilde değişiyor.

Bu bölümde Türkiye’nin tutumunu hükümetin birinci isimi Başbakan Profesör Ahmet Davutoğlu’ndan öğrenmeye çalışacağız. Bu kendisinin bir Arap kanalına verdiği ilk röportaj. Sayın Başbakan hoş geldiniz.

Bu röportaj için Al Jazeera’yi ve ‘Bila Hudud” programını seçtiğiniz için teşekkür ederiz. Aynel Arab’a müdahale etmemesinden dolayı Türk hükümetine yönelik büyük ve geniş eleştiriler var. Aynel Arab’a şu ana kadar neden askeri olarak müdahalede bulunmadınız?

Aslında Suriye’de olaylar bugün başlamadı. Sadece Aynul Arap’ta da başlamadı. Suriye’de üç buçuk yıldır masum insanlar, siviller, kadınlar, çocuklar zalim bir rejim tarafından katlediliyor. 300 bine yakın insan şehit edildi, katledildi. 4 milyonu aşkın insan mülteci, bunun 1,6 milyonu Türkiye’de. İçeride 10 milyonu aşkın insan yerinden edilmiş durumda ve hemen hemen bütün şehirler yıkılmış durumda. IŞİD, rejimin bu saldırıları karşısında savunmasız kalan Suriye halkının ortaya çıkardığı güç boşluğunda bir zemin buldu. Bugün maalesef Suriye halkı bir taraftan zalim bir rejimin, diğer taraftan acımasız bir şiddet ve terör örgütünün baskısı altında. Türkiye taa bu krizin en başından itibaren önce Suriye rejimini bu zulümden engellemeye çalıştı, iyi ilişkiler üzerinden. Bu olmayınca da uluslararası toplumu sivil halkı korumaya davet etti. O zaman bu davete icabet etmeyenler, Türkiye’nin de bu meseleye müdahil olmasını istemeyenler şimdi bir anda Aynul Arap’taki gelişmeler dolayısıyla Türkiye’nin devreye girmesini istiyorlar. Bizim Suriye konusunda çok açık bir prensibimiz var: Suriye’de hangi etnik ve mezhebi kökenden olursa olsun, ister Arap, İster Kürt, ister Türkmen, ister Sünni, ister Nusayri, ister Hristiyan bütün kardeşlerimiz, dostlarımız herhangi bir yardıma ihtiyaç hissettiklerinde Türkiye yanlarında olmuştur. Bu sebeple geçmişte Arap, Kürt ve Türkmen 1 milyon 600 bin kardeşimizi kabul ettik. Halep’te, Azez’de, Tel Abyad’da, Rasulayn’da, İdlib’de sınır boylarımızda bir ihtiyaç hâsıl olduğunda elimizden geleni yaptık. Ancak Kobani konusunda yani Aynul Arap konusunda da aynı yardımı sergiledik. 200 bin Kürt kardeşimizi Aynul Arap’tan bir hafta içinde kabul ettik. Bütün Avrupa’nın üç buçuk yıl içinde kabul ettiği Suriyeli mülteci sayısı bizim üç gün içinde kabul ettiğimizden daha az. Dolayısıyla gönlümüzü ve yüreğimizi açtık Suriyeli kardeşlerimize. Ama Türkiye’nin herhangi bir savaşa tek başına müdahil olması nihai bir çözüm getirecek durum değil. Eğer gerçekten bir müdahaleye ihtiyaç varsa bütün uluslararası toplum hep birlikte ve sadece Aynul Arap’a değil Suriye’deki bütün zulümlere müdahil olması lazım. Çünkü nihai kertede Suriye’de IŞİD terörü dışında da, IŞİD ortaya çıkmadan önce de, geçen sene IŞİD 2013 Mart’ında ortaya çıktı, ondan önce de yüz binlerce insan öldürüldü, kitle imha silahları kullanıldı, scud füzeleri kullanıldı. İnsanlar fevç fevç Suriye’den kaçmak zorunda kaldılar. Bizim mesajımız çok açıktır: İnsani yardım konusunda hiçbir sınır tanımayız. ‘Bila hudut’ insani yardım yaparız. Yaptık, yapmaya da devam edeceğiz. Ama Suriye’ye müdahale konusunda her şeyden önce uluslararası toplumun entegre bir strateji geliştirmesi lazım. Sadece Aynul Arap’a dönük değil, Suriye’nin bütününe dönük bir strateji geliştirmeden, sadece Kürtleri değil, Suriye’nin bütün halkını korumaya dönük bir strateji geliştirmeden, sadece IŞİD terörüne karşı değil, zalim bir rejime karşı da ortak bir strateji geliştirmeden bir çözüme ulaşmak çok zor. Dolayısıyla tek bir bölgeye, tek boyutlu bir müdahalenin ve tek bir taraftan gelecek müdahalenin faydadan çok zarar getirebileceğini düşünüyoruz.

Ancak Aynul Arab, sadece Suriye için değil Türkiye için de özel bir stratejik öneme sahip. Güvenlik çıkarlarınız Aynul Arab’ın IŞİD’in eline geçmesinin engellenmesini gerektiriyor.

Biz sınırlarımızda IŞİD’in hâkim olmasını Türkiye için stratejik bir risk ve tehdit olarak görüyoruz. Sadece Aynul Arap değil, bizim için Azez de, İdlib de, Lazkiye de, Cerablus da, Resulayn da, 911 kilometrelik sınırımızın her bir santimetre karesi stratejik değerdedir. Biz tabii ki Aynul Arap’ın IŞİD’in eline düşmesini istemeyiz. Ama bunun için herkes elini taşın altına koymalı. Biz böyle bir müdahalenin olması için sivillerin güvenli alanlarda barınabilmesini sağlayacak güvenli bölge ilanını gerekli görüyoruz. Yine IŞİD’e karşı verilen mücadele sonrasında rejimin hava bombardımanından sivil halkı korumak için de bir uçuşa yasak bölge istiyoruz. Hepimiz tabii Kobani’deki, Aynul Arap’taki olaylara üzülüyoruz. Ama bugünlerde dahi kimse Suriye rejim uçaklarının Halep’i bombaladığından bahsetmiyor. Kimse Suriye rejiminin zulmünün devam ettiğinden bahsetmiyor. IŞİD’in çıkmasının temel sebebi Suriye rejiminin acımasızca sürdürdüğü baskı politikalarıdır. Buna karşı direnen Özgür Suriye Ordusu ve ılımlı muhalefet güç kaybettikçe Suriye rejiminin desteklediği IŞİD güç kazandı. Dolayısıyla Türkiye’nin stratejik çıkarı yeni bir Suriye kurulmasındandır. Yoksa bugün IŞİD’in tasfiye edilmesi yarın başka bir örgütün ya da rejimin IŞİD’in yerini doldurması sonucunu doğurur. Bizim için temel mesele, dünyanın da meselesinin bu olduğu kanaatindeyim, yeni bir Suriye’nin bütün etnik ve mezhebi dini gruplarıyla herkesin eşit vatandaş olduğu yeni bir Suriye’nin doğuşu konusunda Suriyeli kardeşlerimize yardım etmemiz şarttır.

Talep ettiğiniz tampon bölgenin şekli nasıl olacak ve alanı ne kadar? 

Biz hiçbir zaman tampon bölge ifadesini kullanmadık. Bizim kullandığımız güvenli bölge. Tampon bölge dediğinizde askeri bir anlam taşıyor ve sanki bir ülkeyle başka bir ülke arasında bir geçiş bölgesi gibi görülüyor. Hayır, bizim Suriye’nin ve hiçbir dost ülkenin toprağında gözümüz yok.

Dünya basınının tamamı sizin söylediğinizin tersine, güvenli bölgeden değil tampon bölgeden bahsediyor.

“Mıntıka emine”. Bizim kastettiğimiz güvenli bölgedir. Yani öyle bir bölge olsun ki Birleşmiş Milletler teminatı altında, ya da uluslararası koalisyonun teminatı altında. İnsanlar oraya sığındıklarında hava bombardımanından ve kara ordusunun bombardımanından emin olsunlar. Bunu niçin istiyoruz: Şu ana kadar Türkiye’ye dönük mülteci akınının en önemli kaynağı Suriye rejiminin hava bombardımanıdır. Bizde şu anda neredeyse bir milyon 800 bine yaklaşan mültecilerin bir milyon 600 bini Suriye rejiminden kaçarak geldi, 200 bini IŞİD’den kaçarak geldi. Dolayısıyla bu rakamlara baktığımızda IŞİD tasfiye olmuş olsa dahi Suriye halkı üzerindeki tehdit bitmeyecek. Ama öyle emin bölgeler ilan edebiliriz ki bu emin bölgelerde Suriye halkı kendi topraklarında bulunur. Bütün ihtiyaçlarını yine Türkiye karşılasın. Bundan hiç çekinmiyoruz. Ama artık Suriyeli kardeşlerimizin Suriye topraklarında kalmasını, kendi toprakları içinde gelecek inşa etmesini istiyoruz. Her türlü yardımı yine yapalım. Kastettiğimiz tampon bölge askeri bir tanımlama değil, insani bir güvenlik bölgesi, ama askeri bakımdan koruma altına alınmış bir güvenlik bölgesi. Bunun belli yerlerde derinliği farklı olabilir. Diğer yerlerde farklı olabilir ama kesinlikle…

Alanı ne kadar olacak

Biz bunun belli yoğunluklu nüfusların olduğu yerlerde, mesela Halep’in kuzeyinde olması lazım. Çünkü Halep’te hem rejim saldırıları var, hem IŞİD saldırıları var. Halep’le Türkiye sınırları arasında olması lazım. İdlib’in Türkiye sınırına yakın yerlerinde, aynı şekilde Lazkiye’nin kuzeyinde, yine Haseke’de belli bölgelerde, şu anki Cerablus bölgesinde, Aynul Arap’da, bütün bu kuşakta yerleşim merkezlerinin olduğu alanda derinliği değişebilen ama oradaki insanların havadan…

Bunu kim belirleyecek? Siz Türkler mi, Birleşmiş Milletler mi?

Birleşmiş Milletler’in belirlemesi en doğru olanıdır. Uluslararası meşruiyeti güçlü olur. Ama Birleşmiş Milletler bu konuda karar alamıyorsa ki biz üç buçuk yıldır Birleşmiş Milletler’in karar almasını bekliyoruz. Hiçbir karar alamıyor Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, belli vetolar sebebiyle. O zaman Suriye’ye müdahale konusunda oluşan uluslararası koalisyon ve gönüllüler koalisyonu bu konuda belli kararlar alıp havadan koruma sağlayabilir. Bunun örneği de Irak’ta doksanlı yıllarda yaşandı. Irak’ta 90’lı yıllarda Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra uzun bir süre belli bir paralelin kuzeyi ve güneyi emin bölge ilan edildi ve Saddam’ın saldırılarına karşı korundu. Türkiye böyle bir koruma alanı oluştuğunda her türlü katkıyı vermeye hazır. Ancak böyle bir koruma alanı yokken tek başına Türkiye’nin müdahalesini istemek bütün bu riski tek başına Türkiye’nin üstlenmesini istemektir. Bizim burada vurguladığımız husus hangi strateji uygulanacaksa uygulansın bu strateji bütün Suriye’yi kapsamalı, geçici olmamalı, tek boyutlu olmamalı, tek bir bölgeye veya şehre inhisar etmemeli. Nasıl Kürtlerin, ki kardeşlerimizdir, korunma hakları var, aynı şekilde Aynul Arap’taki Kürtlerin, aynı şekilde Tel Abyad’daki Arapların, Çobanbey ya da Bayırbucak’taki Türkmenlerin, İdlib’deki Arapların, Afrin’deki Kürtlerin de, yine Kürtlerin de korunmaya ihtiyacı var. Ama biz sadece bir noktaya teksif olursak, ve sadece IŞİD’den gelen tehdide teksif olursak, bu meseleye sadece palyatif bir çözüm, bu tabiri caizse geçici, palyatif bir çözüm olur. Biz artık Suriye’de kalıcı bir çözümün zamanının geldiğini ve geçmekte olduğunu düşünüyoruz.

Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin sizin güvenli bölgeyle ilgili şartınızı kabul ettiği ve buna ilan etmek üzere olduklarına dair sızan haberlerin doğruluk derecesi nedir?

Şimdi bunu tabii bütün taraflarıyla görüşüyoruz. Biz çok acılı üç buçuk yıl geçirdik. Nihayetinde 911 kilometre sınırıyla Suriye’ye en uzun sınırı olan ülke biziz. Uzakta olan ülkelerin bazen burada yaşanan dramları anlaması vakit alabiliyor. Biz bıkmadan usanmadan üç buçuk yıldır uluslararası topluma çağrıda bulunduk. Sadece Suriye konusunda değil, Irak konusunda da çağrıda bulunduk. Irak’taki ve Suriye’deki mezhepçi politikaların, tek bir gruba dayalı politikaların büyük bir tepki oluşturduğunu ve bunların bir güç boşluğu oluşturduğunu hep ikaz etmeye çalıştık. Yine anlatıyoruz. Maalesef daha önce bu konularda yeterli ve zamanında fikir birliğine varılamadığı için Suriye’de 300 bin kardeşimiz katledildi. Bunlar insan. Onların her birinin hayatları dünyanın diğer köşelerinde yaşayanlar kadar azizdir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin temel görevi böylesine derin bir krize çözüm bulmak. Ama maalesef bu mümkün olmadı. Şimdi tabii bütün taraflarla Türkiye’nin bu konudaki düşüncelerini paylaşıyoruz Amerika’yla da İngiltere ile de, bütün taraflarla. Ancak bu yolla nihai bir çözüme varılabileceğini düşünüyoruz.

Batılılar, İngiliz, Amerikan, Alman yazar ve yorumcular diyorlar ki; Amerika ve koalisyonun IŞİD’e karşı yürüttüğü savaşın mahiyetini anlamıyoruz. 400 Milyar Dolarlık bir savaş. IŞİD’in her geçen gün genişlemesi ve yeni zaferler kazanması gerçeğini göz önünde bulundurarak bu savaşın mahiyetini ve hedeflerini açıklayabilir misiniz?

Aslında baktığımızda vaktinde çözülemeyen krizlerin bedelini şimdi ödüyoruz. 3 sene önce 2011 yılında Arap Baharı başladığında, Arap gençleri sokağa çıktığında dünyadaki bütün diğer gençler gibi aynı şeyleri istiyorlardı: Daha çok özgürlük, daha çok refah, daha izzetli bir hayat, siyasi katılım ve liderlerin, ülkelerini idare edenlerin hesap verilebilir nitelikte ilişkiye sahip olması. Dünyada Avrupa’da, Amerika’da veya dünyanın her bir köşesinde gençlerin istediği taleplerdi. Ve 2011 yılındaki bu talepler 2012 yılında büyük bir ümit ortamı doğurdu. Ama 2013’ten bu yana bu taleplerin bastırılması ve maalesef uluslararası toplumun bu talepleri bastıranlara karşı etkin bir yöntem ve ilkeli bir tutum benimsememesi dolayısıyla IŞİD denilen yapı 2013’ün baharında doğdu. Yani bunu şunun için zikrediyorum: IŞİD bir neticedir, bir sonuçtur. Çok büyük bir tehlikedir, tehdittir ve mazur görülemez. Ama bir taraftan da IŞİD’e karşı verilen mücadelenin esas yürümesi gereken alanın siyasi, kültürel bir mücadele alanı olduğunu da herkesin fark etmesi lazım. Baskı altında tutulan kitleler ümitlerini kaybettiklerinde radikalize olurlar. Soruyu sormak lazım: Arap gençlerinin ümidini kim tüketti? Kim Arap gençlerinin Suriye’de, Humus’ta sadece ve sadece özgürlük isteyen, fikir özgürlüğü, onurlu bir hayat isteyen insanların ümidini tüketti? Arap dünyasının her bir köşesinde 2011 yılında büyük ümitler vardı. Büyük bir gelecek beklentisi vardı. Şimdi bu soruları sormadan yürütülecek bir mücadele teröre karşı mücadele anlamında bir gün belki başarıya ulaşır. Ama bir terör örgütü gider, başka bir terör örgütü gelebilir. Esas itibariyle Arap halklarının ve gençlerinin o haklı taleplerine saygı duymak gerekir. Bundan 5 sene önce, 10 sene önce El Kaide’yi konuşuyorduk. Ondan daha önce başka terör örgütlerini konuşuyorduk. Şimdi IŞİD’i. Bunun tek çözümü meşru siyasi yönetimler ve kendi halkına saygı duyan liderler. Biz bunu Türkiye’de de bütün bu süreçlerde çok ciddi tecrübeler sonucunda buraya geldik. Düşünün, Beşşar Esed halkını bombalamak yerine o halkı dinlemeyi deneseydi. Üstlerine kimyasal silah kullanmak, scud füzesi kullanmak yerine o gençlere kulak verseydi IŞİD ortaya çıkabilir miydi? Ya da Beşşar Esed bunları dinlemediğinde ve insanları katlettiğinde Bosna’da Miloşeviç’e karşı harekete geçen uluslararası toplum Suriye’de de kimyasal silah kullandığında Beşşar Esed’e karşı harekete geçseydi IŞİD doğabilir miydi? Vaktinde çözülemeyen krizler bir kartopu gibi daha bir yumak halinde önünüze geliyor. Ondan sonra da milyarlarca dolar harcamak, çok riskli operasyonlar yapmak ve çok daha fazla kan dökülmesi sonucunda bir netice almak zorunda kalıyoruz. Burada en önemli şey aynen tıpta olduğu gibi koruyucu hekimlik tarzında daha olay çıkmadan, kriz çıkmadan onu çözmeye dönük politikalar geliştirmek. Onun için şimdi biz bize dönük tavsiyede bulunanlara onu söylüyoruz: Kapsamlı bir strateji getirin, ilkeleri açık olsun. Sonucunda ne olacağını görelim. Her türlü katkıyı yaparız. Ama bunlar ortaya konmadan sadece bir tehdide dönük tek boyutlu bir mücadele bugün bir radikal örgütü tasfiye edebilir, radikalizme karşı gerçek bir zafer kazanılmasını ise mümkün kılmaz. Başka bir örgüt çıkar. O bakımdan kültürel, siyasi, askeri, ekonomik boyutları olan daha kapsamlı bir stratejiye ihtiyaç olduğu kanaatindeyiz.

Sayın Başbakan, IŞİD’in doğuşu, böyle kısa bir sürede bu kadar geniş bir alana yayılması kafalarda soru işaretleri uyandırıyor. Birçok kişi, IŞİD’in arkasında batılı istihbarat teşkilatlarının olduğunu, içerisine sızıldığını, Arap dünyasında hayal kırıklığına uğrayan heyecanlı gençlerin bir araya getirilerek örgütün peşinden sürüklendiği görüşünde. Türk Hükümeti olarak, size göre IŞİD kimdir?

Aslına bakarsanız DEAŞ’i (IŞİD)ortaya çıkarak faktörler bundan on sene öncesine kadar gider. İlk olarak biliyorsunuz Irak Kaide’si olarak ortaya çıktı. Amerika’nın Irak’a müdahalesi sonrasında. Sonra yapı değiştire değiştire, kendini bir anlamda dönüşüme uğrata uğrata geçen sene Mart ayında kendisini Suriye ve Irak’ı da kapsayan bir yapı haline dönüştürdü. Ne zaman DEAŞ yükselmeye başladı? Bağdat’ta ve Şam’da oturanlar çok geniş Sünni kitleleri tümüyle dışlayıp mezhepçi bir tutum benimsediklerinde hem Musul’dan Halep’e, Anbar’dan ta Humus’a kadar olan alanda, Rakka’ya kadar olan alandaki kitleler maalesef farklı arayışlara yöneldiler. Ama esas DEAŞ’ı burada ortaya çıkaran faktör Ebu Gureyb ve Mezze Hapishaneleri’nden boşaltılan ve eski terör tecrübesi olan mahkûmlardır. İlginç bir şekilde, Ebu Gureyb ve Mezze Hapishaneleri’nden, Suriye ve Irak’tan çıkan bu mahkûmlar, tekrar bu Irak El Kaide’sini dönüştürdükten sonra uzun bir dönem Suriye rejimi IŞİD’le hiçbir savaş yapmadı. IŞİD’i hiç bombalamadı. Aksine aralarında taktik bir koalisyon oluştur. Suriye rejimi Özgür Suriye Ordusu’nu havadan bombaladı. Özgür Suriye Ordusu’nun elinde tuttuğu şehirler, Cerablus’tu, Tel Abyad’dı diğer birçok şehir havadan bombardımana dayanamayınca çekildiğinde bombalanan yerlerdeki boşluğu IŞİD doldurdu. Suriye rejimi Özgür Suriye Ordusu’nun karşısına cesaretle savaşacak kara birlikleri çıkaramadığı için havadan bombaladıktan sonra bu IŞİD unsurlarının girebileceği bir yapı ortaya çıktı.  Şimdi IŞİD’den muzdarip olan, Kürtleri temsil ettiğini iddia eden ama bütün Kürtleri temsil etmeyen PYD de uzun süre IŞİD’le yan yana yaşadı. Hem PYD hem IŞİD rejimle işbirliği yaptı uzun bir süre. Hepsinin de hedefi Suriye halkının haklarını korumaya çalışan Özgür Suriye Ordusu’nun alanını daraltmaktı. IŞİD bu yapı içinde ortaya çıktı. Sonra Irak’ta özellikle Sünni politikacılar Bağdat’ta yalnızlaştırılınca ve Musul’da ciddi bir tepki oluşunca Musul’a tekrar döndü ve geniş bir alanda kontrol imkânı buldu. Ama bu yapıların bir taşeron gibi farklı istihbarat örgütleri tarafından kullanılabildiği de geçmişte görülen örneklerdendir. Ama esas itibariyle burada Suriye rejiminin IŞİD’e çok güçlü bir taktik destek sağladığını da göz ardı etmemek lazım. Eğer Suriye rejiminin hava saldırıları olmamış olmasaydı Özgür Suriye Ordusu ve ılımlı muhalefet bu alanları boşaltmak zorunda kalmazdı.

Biz IŞİD’in çizilmiş bir haritaya göre hareket ettiğini ve onun dışına çıkmadığını gözlemliyoruz. Uzmanlar IŞİD’in, belli noktalarda hareket ettiğini belli noktalarda durduğunu ve adeta önceden belirlenen bir haritaya göre davrandığını belirtiyor. IŞİD’in istihbarat ilişkilerine dair elinizde kanıtlanmış bilgiler var mı? Özellikle baktığınızda ordular onun önünde satranç taşları gibi dağılıyor? Küçük bir gücü bir yıl içerisinde, yaklaşık olarak, Irak’ın ve Suriye’nin 3’te birine hükmeder hale getiren nedir?

İşte burada zaten bence en temel mesele Irak ve Suriye ordusunun kendi topraklarını koruyacak milli ordu niteliklerini kaybetmiş olması. Irak ordusu niçin Musul’u hemen terk etti? Çünkü Musul’u savunmaktan daha çok Samarra’yı, Şii kutsal bölgeleri savunmayı düşündü. Suriye ordusu zaten Halep’e, Rakka’ya, İdlib’e savaş ilan etti. Şimdi ilginç bir şekilde Suriye muhalefetini vaktinde silahlandırmakta tereddüt edenler dolaylı olarak IŞİD’i silahlandırmış oldular. Çünkü Amerika’nın Irak’a bıraktığı sofistike silahlar Irak ordusunun terk etmesiyle Musul’da IŞİD’in eline geçti. Son derece sofistike silahlar. Şimdi tabii bunların ortaya çıkardığı ortam çok dikkatli analiz etmeden bu kadar geniş bir alanda IŞİD’İn nasıl bir hâkimiyet kurduğunu anlamak kolay olmaz. Esas itibariyle Suriye ve Irak rejimlerinin dışlayıcı politikaları maalesef uluslararası toplumun bu rejimlerin bu politikalarına göz yumması IŞİD’in önünde geniş bir alan açtı ve IŞİD’in bir taraftan belli çevreler tarafından desteklenmesi, biraz önce zikrettiğim, diğer taraftan da Musul’da terk edilen Irak ordusunun bırakıp gittiği Amerikan silahlarına sahip olması IŞİD’i bir askeri bir güç haline dönüştürdü.

Aynul Arab’ın IŞİD’in eline geçmesi Türkiye’nin tutumunu değiştirir ve sizi meclisten aldığınız yetkiye dayanarak bölgeye müdahale etmeye iter mi?

Biz parlamentodan tezkereyi çıkartırken bunu bir müdahaleden daha çok Türkiye’nin ulusal güvenliğini sağlamaya yönelik bir tedbir olarak çıkardık ve Türkiye’ye yönelik bir tehdit olursa kullanmakta da tereddüt etmeyiz.

Koalisyona başvurmadan mı?

Tabii ki Türkiye’nin güvenliğine yönelik en ufak bir tehdit olduğunda Türkiye buna cevap vermekte tereddüt etmez. Nasıl Suriye uçakları, Suriye rejimi uçakları Türk hava sahasını ihlal ettiğinde bir uçak bir helikopter düşürdük, Suriye hududunu ihlal eden herkese karşı Türkiye tedbir alır. Bunda da hiç tereddüt etmeyiz, gerekli talimatlar silahlı kuvvetlerimize verildi. Ama Suriye içinde bir operasyon, Türkiye’ye doğrudan bir tehdit, saldırı olmadan Suriye içindeki bir operasyon için uluslararası koalisyonla birlikte hareket etmeyi tercih ederiz. O hareketi de güvenli bölgeler, uçuşa yasak bölgelerle birlikte değerlendiririz. Kapsamlı bir strateji görmek istiyoruz. Artık yeter, geçici, palyatif sırf batı kamuoylarını tatmin etmek için…

Güvenli bölgeye ilişkin yakın zamanda bir sonuca ulaşabileceğinize inanıyor musunuz? Ne zaman?

Mümkün.

Ne zaman?

Buna kesin bir şey söylemek zor.

Günler… Haftalar?

Biz bunun için yoğun bir müzakere yürütüyoruz, Aynul Arab’ın düşmesini istemeyiz, Aynul Arab’ın düşmemesi için elimizden gelen katkıyı sağlarız. Ama bütün bu sorumluluğu Türkiye’nin üzerine yüklemeye kimsenin hakkı yok. Suriye’deki krizin sorumlusu Türkiye değil. Herkesin elini taşın altına koyması lazım. Aynul Arabın düşmesi istenmiyorsa Aynul Arab’taki durumun diğer yerlere sıçramasına engel olmak lazım. Şunu sormak da herkesin hakkı; Peki Aynul Arabın düşmesi gerçekten bizi üzer ve düşmemesi için elimizden gelen katkıyı yaparız ama Rakka düşerken neredeydiler? Cerablus düşerken neredeydiler? Musul düşerken neredeydiler? Musul’u terk etmediği için bizim başkonsolosumuz rehin alındı. Musul’u terk eden Irak ordusunun sorumluluğu nerede? Peki Azez düşerken neredeydiler? Şimdi dolayısıyla meseleyi sadece Aynul Arab’a bağlamak ve sadece bir yerdeki mücadeleye bağlamak doğru değil. Bizden bir şey talep eden, masaya kapsamlı bir strateji koyacak ve bu stratejinin uygulaması esnasında Türkiye’ye yönelecek mülteci gücünü nasıl engelleyeceğini de anlatacak. Orada da anlaşacağız. Bundan sonraki aşamada Suriye’de nasıl bir yapı doğacak, onda da anlaşmamız gerekecek. Yoksa IŞİD’e karşı mücadele ederken Suriye rejimini meşrulaştırmaya kesinlikle razı olmayız.

Aynul Arab’ı savunanlara katılmak isteyen Türkiyeli Kürtler var. Onlara, kentin düşüşünü önlemek, kardeşlerinin yanında savaşmak için geçiş izni verecek misiniz?

Bunu daha önce Araplar da, Türkiye’de Arap nüfus da var Türkmen nüfus da var, onlar da giderek Suriye’de bunu yapmak istediler. Onlara da aynı politikayı takip ettik. Türkiye sınırı öyle bir sınır ki mesela Rasulayn’da, karşı tarafta Afrin’de ve Aynul Arab’ta her iki tarafta da Kürtler var, İdlib’te, Halep’te, Azez’de her iki tarafta Araplar var, Cerablus’ta ve Lazkiye’de her iki tarafta Türkmenler var. Eğer biz, ki bütün bunları kendimize kardeş kabul ederiz, onların giderek orda savaşmalarına izin verirsek, tüm Türklerin giderek, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının savaşmalarına göz yummak gerekir ki, bunun doğurabileceği büyük bir kargaşa olur. Ama oradakilerin bulundukları yerlerde kendilerini savunmaları için neler yapılabilir, bunu tabii konuşmak gerekir veya Türkiye’ye gelen mülteciler Suriye’ye dönüp kendi toprakları için savaşmak isterse ona hiçbir zaman engel olmayız ancak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının giderek savaşmalarına göz yummak bir müddet sonra başka yerlerde başka talepleri de beraberinde getirir. Türkiye için bir Arabın bir Türkmene, bir Türkmenin bir Kürde, bir Kürdün bir Araba üstünlüğü yoktur. Herkes eşit şekilde bizim kardeşlerimizdir. Birine vereceğimiz hakkı diğerine de vermem gerekir bu da Türkiye-Suriye sınırını kontrol etmeyi imkansızlaştırır.

IŞİD’i eleştirmenize rağmen hükümetinize yönelik, IŞİD ile özel ilişkiler kurduğunuz yönünde suçlamalar var. IŞİD ile ilişkiniz var mı?

Kesinlikle bunlar iftiradan ibarettir. Türkiye’nin herhangi bir şekilde IŞİD ile herhangi bir ilişkisi hele hele desteği söz konusu olamaz. Türkiye hiçbir zaman radikal örgütlerle ve özellikle de bu şekilde teröre ve şiddete yönelmiş örgütlerle ilişkilere girmemiştir. İslam bir barış dini olarak IŞİD’in kullandığı yöntemlerle savunulamaz ve kesinlikle İslam’ın bir barış dini olarak bu yöntemlerle anılmasını da arzu etmeyiz. Dolayısıyla bizim bu tür yapılarla herhangi bir şekilde ilişkiye geçmemiz söz konusu olmaz. Ama bilmemiz gerekir ki bu yapılarla gerçekte ilişkide olanlar bu yapıları destekleyenler, Suriye rejimi ve ona destek olanların açtığı alanda bu yapılar gelişti. Türkiye’nin böyle bir ilişkisi söz konusu değildir. Bunu gündeme getirenler çok büyük bir iftira kampanyasının parçasıdırlar. Ama bizim Suriye ılımlı muhalefetine destek verdiğimiz ve Suriye’nin Dostları grubu içinde aktif olarak bu desteği sürdürdüğümüz herkesçe bilinir. Suriye halkının yanındayız, Suriyelilerin yanındayız, ama Suriye halkına zulmeden rejimin de Suriye halkına yine zulmeden bu terör yapılarının da karşısındayız.

Öyle anlaşılıyor ki başta Amerika Birleşik devletleri olmak üzere Batı, Esed rejimini düşürme seçeneğinden vazgeçti. Batı’nın, Esed’i yönetimde tutma yönündeki politika değişikliği konusundaki tutumunuz nedir?

Bu çok büyük bir hata olur. Eğer Suriye rejiminin bu kadar cinayetten sonra hele hele kimyasal silah kullandıktan sonra kalmasına rıza gösterilirse bundan sonra başka zorbaların bu tür başka zalim rejimlerin kendi halklarının haklarını katletmelerinin önüne geçmek mümkün olmaz. Biz hiçbir zaman Suriyeli kardeşlerimize böylesine acımasızca yöntemlerle saldıran ve onları evsiz barksız bırakan, Suriyeli masum çocukları annesiz babasız bırakan bir rejimin meşru gösterilmesine, bu rejimle ilişki içinde bulunulmasına rıza göstermeyiz. Türkiye olarak her zaman Suriye halkının yanında olduk olmaya devam edeceğiz.

İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin Abdüllahiyan 10 Ekim’de yayımlanan açıklamalarında ve birçok İranlı yetkili, İran’ın Esed’in düşmesine müsaade etmeyeceğini söyledi. Siz Esed’in düşürülmesini ve koalisyonun sadece IŞİD değil Esed’e karşı da harekete geçmesini talep ediyorsunuz.  Biz Suriye topraklarında bir Türkiye-İran çekişmesiyle mi karşı karşıyayız?

İran ile bu konuda görüş ayrılığımız olduğu doğru. İran ile iki komşu ülke olarak tarihi ilişkilere sahip komşu ülkeler olarak hep iyi komşuluk ilişkileri kurmaya özen gösterdik. Ve bu çerçevede de en zor zamanlarda İran’ın nükleer programı konusunda ilkeli tutumumuz da herkesin malumudur. Ama biz nasıl İran’ın nükleer konusundaki tutumumuzda ilkeli davrandık, aynı ilkeli davranışımızı zalim rejimlere karşı da gösterdik. Yani bir yönetimin kendi halkını katletmesi hiçbir şekilde maruz gösterilemez ve bu konuda da tutumumuz ilkeseldir. Bu konuda da İran ile birçok ortak teşebbüsler içerisinde bulunduk. Dışişleri Bakanlığım döneminde defaatle İran ile bu konuları görüştük. Suriye rejimini başta da birlikte ikna etmeye çalıştığımız anlar oldu. Suriye rejimi kendi halkına zulmetmeye devam ettiğinde, ki geçmişte iyi ilişkilerimiz olan bu yönetimle ilişkilerimizi kesmeyi ve Suriye halkının yanında olmayı tercih ettik. İran yönetimi ise Suriye yönetiminin yanındaki politikasını sürdürdü. Bu konuda görüş ayrılığımız var ancak herhangi bir çözüm çabası içinde her zaman herkesle görüşme iradesine sahip olduğumuzu sürekli vurgulayageldik. Ümit ederiz ki İran Suriye yönetimi üzerindeki gücünü kullanır ve Suriye rejiminin kendi halkına karşı gerçekleştirdiği bu katliamların durması yönünde çaba sarf eder.

Sayın Başbakan, çok iyi biliyorsunuz ki; Suriye’yi Beşşar Esed değil, Devrim Muhafızları, Kudüs Tugayları Komutanı Kasım Süleymani yönetiyor. Siz Beşşar Esed rejiminin yıkılmasını talep ettiğinizde, Esed’in liderliğini yaptığı alevi yönetimi değil, Suriye’deki molla rejiminin yıkılmasını talep ediyorsunuz.

Bizim için Suriye yönetiminde Alevi ya da Sünni birinin olması temel mesele değildir. Geçmişte Beşşar Esed Aleviydi, Nusayriydi yine bizimle gayet iyi ilişkileri vardı çünkü biz hiçbir zaman mezhepçi bir politika takip etmedik. Niye ilişkilerimiz iyiydi? Çünkü o zaman halkını katletmiyordu, halkını katletmeye başladığında ben üç kere Şam’a gittim uzun saatler boyunca ikna etmeye çalıştım, 8-10 ay, ama bizi dinlemektense maalesef Suriye’de bir azınlık yönetimini devam ettirmeye çaba sarfetti. Bizim burada önemli olan temel ilkemiz insan haklarına saygı kendi halkına karşı merhamet ve şefkat gösterilmesi ve hiçbir şekilde zulme alet olunmaması.  Hepimiz İsrail’e karşıyız ama bütün Ortadoğu ülkelerinin de bilmesi gereken gerçek şu ki İsrail’in öldürdüğünden daha fazla Müslümanı Suriye rejimi katletti. Biz bunu İranlı dostlarımıza çok söyledik.

İran Devrim Muhafızları’nın yardımıyla…

İsrail Gazze’deki camileri bombaladı Suriye uçakları da Halep’teki Humus’taki Şam’daki mescitleri teravih namazında Ramazan’da bombaladı. Bizim için nasıl mazlumun kimliği yoksa zalimin kimliği de yoktur. Mazlum hangi dinden hangi mezhepten hangi etnik kökenden olursa olsun ona sahip çıkarız, zalim hangi dinden hangi mezhepten hangi etnik kökenden olursa olsun kardeşimiz dahi olsa ona karşı çıkarız. Türkiye’nin tutumu ilkeseldir ve bu ilkesel tutumu tek başına kalsa da sürdürmeye kararlıdır.
Soruma cevap vermediniz. Rejimi koruyan İran Devrim Muhafızları ve siz şu anda rejimi yıkmak için ılımlı muhalefeti eğitiyorsunuz. Bu da Suriye’de İran Devrim Muhafızlarıyla bir çatışmaya girme anlamına geliyor.
Suriye rejimine destek için İranlı unsurların Suriye’ye gittiği doğrudur ve Hizbullah’ın da Suriye rejimine destek verdiğini biliyoruz. Bizim meselemiz İran’a ya da Lübnan Hizbullah’ına karşı bir mücadele içine girmek değildir. Sadece ve sadece Suriye halkına destek veriyoruz. Yabancı savaşçılara da karşı çıkanlar da, burada da herkesin ilkeli olması lazım, yabancı savaşçıya karşı çıkmalıyız ama Suriye’ye giren Hizbullah da yabancı savaşçıdır, Suriye’ye giren bazı İranlı veya Rus askeri danışmanlar da yabancı savaşçıdır. Ya bütün yabancıların Suriye’den elini çekmesi lazım hangi niyetle ve ne şekilde olursa olsun. Suriye’yi Suriyelilere bırakalım ve Suriyeliler kendi geleceklerine istedikleri...

Sayın Başbakan, Suriye’de Alevi rejiminin yanında Rus savaşçıların varlığını teyit ediyor musunuz?

Bunu Rusya ve İran’ı tek başına kastederek söylemedim. Bütü bu Suriye’deki yabancı savaşçılara karşı çıktığımızda herkesin ilkesel olarak karşı çıkmamız lazım. Yani kim olursa olsun Suriye’de yabancı savaşçı olmamalı. Türkiye de hiçbir zaman ne bir yabancı savaşçı- bunun için Türkiye kendi gençlerinin Suriye’ye gitmesine hiçbir zaman rıza göstermedi.  Biraz önce sorduğunuz sualde olduğu gibi Türkiye’den Kürt kökenli gençlerimizin de Aynul Arab’a gitmesini Arap kökenli yada Türkmen kökenli, Türk kökenli başka yerlere giderek Suriye’de savaşmalarını istemiyoruz biz. Çünkü bunun olayı daha da olumsuz bir yere götüreceği kanaatindeyiz. Herkesin de buna özen göstermesini bekliyoruz.

Bölgedeki İran nüfuzu büyüyor. Sana’nın düşmesinin ardından İran, elinde dört Arap Başkenti olduğunu ilan etti. İran’ın bölgedeki büyük yayılışı tehdit oluşturmuyor mu? Bu Türkiye’nin çıkarları için bir tehlike değil mi?

Türkiye olarak hangi ülke olursa olsun, bir ülkenin başka bir ülke üzerinde hakimiyet kurduğunu iddia etmesini doğru görmeyiz. Biz bu topraklarda yaşayan halklar olarak Türkler, Kürtler, Araplar, Acemler, İranlılar hepsi yan yana dostça omuz omuza yaşamalıyız. Herhangi bir ülke eğer başka bir ülkenin başkent i üzerinde hak iddia etmeye başlarsa bunun sonu gelmez.  Yapılması gereken herkesin diğer ülkelerin egemenliklerine saygı göstermesi ve özellikle de bölgemizde bir Sünni-Şii gerilimine yol açacak davranışlardan kaçınması elzemdir. Bu bölge çok acılar çekti, çok büyük ızdıraplar yaşadı. Artık bu bölge halklarının da barışa sükuna ihtiyacı var. Proxy savaşlarıyla, perde gerisinde yürüyen savaşlarla bölgede ortaya çıkacak tablo hiç kimsenin menfaatine değildir. Bunu da doğru görmeyiz. Ne İran’ın ne de herhangi bir başka ülkenin bu tur yöntemler etrafında değerlendirilmesini de doğru görmeyiz. Doğru olan yeni bir bölgesel düzen kurulması ve herkesin bu bölgesel düzen içerisinde kendi sınırlarında kendi egemenlik alanında saygı görmesi başka ülkelerin egemenlik haklarına da saygı göstermesi.

İran’ın girdiği, etki altına aldığı ya da etkisi altında olduğunu ilan ettiği bölgelerin büyük bölümü yüz yıl önce Osmanlı mıntıkasıydı. Fars İmparatorluğu, yüzyıl önceki Osmanlı’ya ait toprakları da ele geçirecek şekilde genişliyor mu?

Şimdi Osmanlı tarihi üzerine çok yorumlar yapıldı. Arap toplumlarını ve bazen de Balkanlarda, Balkan halklarını bize karşı kışkırtmak isteyenler Osmanlı tarihini olumsuz bir niyetle anlatmaya ve Yeni Osmanlıcı tabirle Türkiye’ye karşı bir kampanya yürütmeye çalıştılar. Aslında yaşananlar da gösteriyor ki, Türkiye’nin hiçbir zaman başka ülkelerin toprağında da geleceğinde de iddiası olmadı. Osmanlı Devleti ise sadece Türklerin devleti değildir, Osmanlı Devleti Arapların da devletidir, Boşnakların da devletidir, Arnavutların da devletidir, Kürtlerin de, Sırpların da devletidir. Osmanlı Devletinin son beş-altı sadrazamından iki tanesi Araptır. Hayrettin Tunusi, Paşa Said Halim Paşa. Ama Son beş-altı sadrazamında neredeyse Türk kökenli yoktur, Arnavut kökenli vardır Arap kökenli vardır. Osmanlı bu bölgede Abbasilerden Emevilerden Eyyubilerden Memlukilerden ileri gelen bir çizginin son kadim devletidir. Dolayısıyla biz Osmanlı tarihini bir ortak tarihimiz olarak görürüz. Tabi bizi bazen Yeni Osmanlıcı diye suçlamaya çalışmalarının ardındaki temel sebep bölgede Türklerle Araplar arasında Türklerle diğer kavimler arasında ihtilaf çıkarma teşebbüsüdür. Biz her zaman her yerde şunu söyledik; bölgenin en küçük ülkesi kimse biz onunla eşitiz, coğrafi olarak ya da nüfus olarak. Hiçbir ülkeye herhangi bir şey dikte etmedik. İran konusundaki soruya ise, bu soruyu İranlılara yöneltmek lazım. Ama bölgeyi bir Osmanlı-İran Fars ya da Türk-İran rekabeti şeklinde değerlendirmeyi doğru görmem. Biz nihai kertede Irak’taki Şiilerin de dostuyuz, Irak’taki Şiiler Osmanlı devletine hiç isyan etmediler. Aynı şekilde Lübnan’daki Dürziler, Şiiler de hep Osmanlı devletiyle gayet iyi….

İran nüfuzu Beyrut’ta başlıyor, Şam’a, Bağdat’a, Arap yarımadasının doğu sahillerinden Sana’ya kadar uzanıyor. Arap yarımadası bütün cihetlerden Şia etkisiyle kuşatılmış durumda… İran yani…

İşte bu tehlikeli bir senaryodur ve zaten terör ve radikal eylemlerin ortaya çıkmasına sebep olan da bu mezhep temelli yaklaşımdır. Türkiye kültürel olarak içinde Sünni Alevi unsurlar da olan ve nihai kertede seküler yapıya sahip bir devlet olarak hiçbir zaman mezhepçi bir yapıyı savunmadı, mezhep ya da din temelli ayrışmaları da doğru görmedi. İran’ın bu dediğiniz kuşakta bir Şii ekseni oluşturma çabası, ki bunu tasvir ettiğiniz şekilde bölgede Şii-Sünni gerilimin artıracak ve mezhep çatışmalarına yol açabilecek tehlikeli bir senaryo olarak değerlendiririz. Burada İran’la da bütün diğer ülkelerle de öncelikle mezhep temelli ayrışmalar karşısında bir araya gelinmesi gerektiğini düşünüyoruz ve buna inanıyoruz. Onun için biz kendi halkına zulmedene kadar da hiçbir ülke liderini şu veya bu mezhepten diye dışlamadık. Ama bölgeyi siyasi ya da mezhebi bir rekabet alanı halinde görmek ya da bu hale getirmek geleceğe yönelik çok fazla riski de beraberinde getirir. 

İran’ı 25 yıl boyunca şer ekseni olarak tanımlayan Batı’nın, İran’a bu yayılmacılığına karşın elini uzatması ne anlama geliyor? Hatta İngiltere hükümetinin yaptığı gibi; Bağdat, Şam ve diğer yerlerde istikrarlı hükümetlerin kurulmasına katkı sunmasını talep ediyor. İran kendi sınırları içerisindeyken bile Batı tarafından tehdit olarak görülürken, şimdi yayılmasına rağmen Batı ona elini uzatır oldu. Bu konudaki yorumunuz nedir?

Burada tabii gerçekten siyasi anlamda bakıldığında bölgede çok değişik koalisyonların ve kısa dönemli koalisyonların oluşmakta olduğunu görüyoruz. Ama bu da bölgede kalıcı bir istikrarın önünde engel teşkil ediyor. Ülkeler eğer tutumlarını konjonktürel ihtiyaçlara ve geçici taktiksel hesaplara dayandırırlarsa bir müddet sonra bölgede kalıcı bir düzen kurma imkanı kalmaz. Dediğiniz şekilde bir taraftan İran üzerinden nükleer dosya sebebiyle baskı uygulamak diğer taraftan bölgesel konularda İran ile işbirliği içine giren bir politika yürütmek bölgede kalıcı dengelerin oturmasına engel teşkil edebilir. Hele hele Irak gibi Suriye gibi Lübnan gibi Sünni-Şii dengesinin son derece hassas olduğu ve geniş Sünni kitlelerin kendilerini sahipsiz addettikleri veya savunmasız addettikleri tablonun sürdürülmesi maalesef radikal örgütlerin önünü açacak bir güç boşluğu doldurma riskini beraberinde getirir. O bakımdan her şeyden önce bütün bölge ülkelerinin ve uluslararası toplumun önemli ülkelerinin özellikle P5’in bu bölgede mezhep ve dini temelli ayrışmaların karşısında durması elzemdir. Aksi takdirde iç istikrarsızlıklarla ülkeler yönetilme kabiliyetlerini kaybederler. Aslında bugün bölgede ve dünyada üç grup ülke var; Vizyonu olup kendi yönetim kabiliyeti olan ülkeler, bunlar yükseliyorlar, vizyonu olmayıp yönetme kabiliyeti olanlar, bunlar yerlerinde sayıyor, vizyonu olmayıp yönetme kabiliyetine sahip olmayanlar, bunlar ciddi parçalanmalar içine giriyorlar. Maalesef bölgede birçok ülke vizyonunu da yönetme kabiliyetini de kaybettiği için ciddi parçalanmalar içinde. Bugün etki altına alındı dediğiniz, herhangi bir ülke tarafından, ülkelerin çoğu aslında yönetilemiyorlar, o etkinin de hiçbir ülkeye faydası olmuyor.  Parçalanmış ve çatışmalar içine girdiğiniz bir ülke üzerinde etki kurduğunuzda size ne faydası olur o ülkeye ne faydası olur? Onun için hepimizin, herkesin her şeyden önce bu ülkeleri tekrar yönetilebilir hale getirmesi lazım. Onun için biz geçen sene Suriye konusunda Cenevre-2 sürecini destekledik ve muhalefeti oraya katılmaya ikna ettik. Muhalefetle rejimin aynı masa etrafına oturması için yoğun çaba sarf ettik. Ta ki Suriye yeni yönetilebilir bir yapıya kavuşsun,  ama maalesef rejim herhangi bir işbirliğine ve karşılıklı tavize yanaşmadı ve bütün ümitler bu anlamda çöktü. Dikkat ederseniz ondan sonra, böyle çözüm ihtimali ortadan kalktıktan sonra IŞİD’e verilen desteğin ve IŞİD’in gücünün arttığını görüyoruz. Mesele şu veya bu başkentte veya ülkede etki kurmak değil o ülkeye ne kazandırıldığı, o ülkeye ne getirildiği. O ülkeye kan mı barut mu ölüm mü getirildiği yoksa o ülkeye refah mı barış mı getirildiği. Onun için Batılı doğulu, bölge ülkesi uluslararası alanda olan herkesin şimdi bu ateşi söndürmek için yoğun çabaya girmesi ve etki mücadelelerinden daha çok ilke temelli bir politika geliştirmeleri şart. (Al Jazeera)

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.