CAMİLERİMİZ ‘ALLAH’IN EVİ’ Mİ?
'Eğer hutbelerde sosyal konulara değinilecekse, bu, bir ırkın, bir milletin diğer bir millete üstünlüğünü pekiştirmek için yapılmamalı'... Roşan Lezgîn yazdı.
21 Ekim 2013 Pazartesi 09:11
Diyarbekir’de oturduğum mahallede hiç Türk yoktur. Mahallemizde ağırlıklı olarak Kurmancî lehçesi konuşulur ama Zazakî lehçesini konuşanlar da epeydir. Bakkallarda, kahvehanelerde, her yerde Kürtçe (Kurmancî ve Zazakî) konuşulur. Mahalle halkımız genel olarak köy kökenli olduğundan, doğal olarak Türkçenin, yani asimilasyonun etkisi şehrin diğer semtlerine oranla daha azdır.
Mahallemizde çocuklar da genel olarak Kürtçe konuşur. Fakat son yetişen nesil, özellikle ilköğretim okulunda ana sınıfının faaliyete geçmesiyle, çocukların küçük yaşta Türkçe ile karşılaşmaları ve camilerde açılan kız ve erkek Kuran kurslarında Türkçe konuşulması, ayrıca Türkçe yayın yapan televizyonların her evde bulunmasının yarattığı bir sonuç olarak küçük çocuklarda Türkçe konuşma oranı arttı. Aslında iki dilli büyüyorlar desem daha yerinde olur.
Şahsen burada, bu semtte yaşadığımdan dolayı mutluyum. Türkçenin hakim olduğu yerlerde, özellikle Kürtlerin Türkçe konuştuğu ya da Kürt olup Kürtçe konuşmaktan utanan insanların bulunduğu ortamlarda ruhum sıkılıyor. Bu gibi durumlarda, evimden, yerimden, yurdumdan çok uzaklarda sonsuza dek kaybolma tehlikesiyle yüz yüze gelmiş veya kayıp düşeceğim, bir daha da yukarı çıkamayacağım derin bir uçurumun kıyısında hissediyorum kendimi. Bu sıkıntılı durumun, endişe ve korkunun nedenini biliyorum. Mesele şu: Bir dil olarak Türkçeye yönelik bir alerjim yok. Fakat Türkçenin Kürtçeyle ilişkisi çarpık. Yani biz ezilen, varlığı, dili, kültürü yok edilmeye çalışılan bir milletiz, Türkler ise, bize karşı egemen/ezen ulus pozisyonunda oldukları için Türkçe, Kürtçeyi yiyen, tüketen, bitiren, yok eden bir pozisyondadır. Bundan dolayı Türkçe konuşmak beni huylandırır, huzursuz eder. Dolayısıyla, dil olarak Türkçeden ne kadar uzak durursam, ne kadar çok sakınırsam o kadar çok kendim, yani Kürt kalmış olurum; düşünme sistemim, hissiyatım, fıtratım doğallığında kalır diye düşünüyorum.
Zaman zaman kimi konularda düşüncelerimi açıklamak için yazılı olarak Türkçeyi kullansam da konuşma olarak kendimi her zaman Türkçeden sakınırım. Yazarken, sadece bir araçtır Türkçe. Anadilime öylesine sarılmışım ki Türkçenin Kürtçeye yönelik bastırmacı, yok edici etkisi veya acımasızca işleyen asimilasyon çarkı yanıma bile yaklaşamaz. Fakat Kürtçeden uzaklaşmış Kürtlerin aynı zamanda özlerinden de uzaklaştıklarını, değiştiklerini, başkalaştıklarını gördükçe Türkçeden daha bir sakınıyorum kendimi. Türkçenin, Kürtçeyi böylesine yok eden durumu olmasaydı, belki İngilizce veya Almanca, Fransızca gibi dillere nasıl bakıyorsam Türkçeye de öyle bakardım herhalde.
Mahallemizde gecekondu tarzı yapılmış bir camimiz vardı. Bu yaz mahalle ileri gelenlerimiz eski camimizi yıkıp yerine yenisini yapmaya başladılar. Kaba inşaatı tamamlandı, duvarları hızla örüldü. Sıvasız, penceresiz durumda olsa da bir katında namaz kılınabiliyor şu an. Devletin veya devlete bağlı bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın camimize hiçbir katkısı yoktur. Arsa bize ait, inşaatını biz yapıyoruz, camide ibadet edenlerin hepsi bizden. Ama caminin kontrolü devletin elinde! Devlet, camilere bir imam atayarak aynen okul gibi caminin de kontrolünü eline almış. Camide ibadet eden halk tamamen Kürt ama minberde hutbe Türkçe okunur. Kürt olan imam, eline aldığı bir kâğıttan okur hutbeyi. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın veya ona bağlı müftülüklerin hazırladığı ve yarı resmi bir metindir okunan hutbe. İl sınırları içerisindeki bütün camilerde aynı standart metin okutulur. Düşünebiliyor musunuz, herhangi bir Kürt köyünde, bütün cami cemaati ve imam Kürt olmalarına rağmen, sırf imam kadroludur diye, devlet memurudur diye, hutbeyi cami cemaatinin anlamadığı veya çok az anlayabildiği bir dil olan Türkçe ile okumak mecburiyetindedir. Devletle herhangi bir bağı olmayan fahri imamlar, hutbeyi Kürtçe okurlardı, vaazlarını Kürtçe anlatırlardı ama devlet her camiye kadrolu imam atayarak ya da fahri imamlara kadro vererek her şeyi tamamen kontrolü altına aldı.
Hutbe metinlerinde Türklüğe, Türk devletinin bekasına, Türklerin milli birliği ve dirliği için okunan dualar, bu yönde yapılan vurgular ibadetin ruhunu zedeleyen, ibadeti ibadet olmaktan çıkaran söylemlerdir. Oysa bu gibi ulusalcı vurguların yeri 23 Nisan törenleri, Cumhuriyet bayramı vs yerler olmalı, Allahın evi olan camiler değil. Sadece bir ırkın çıkarına yapılan dualar için ibadet sırasında “Amin” demek zorunda bırakılmamız doğru değildir, ibadeti kirleten bir durumdur bu. Allahın evi olan camilerde yalnızca Allah’a ibadet edilmeli, ama eğer hutbelerde sosyal konulara değinilecekse, bu, bir ırkın, bir milletin diğer bir millete üstünlüğünü pekiştirmek için yapılmamalı. İbadet, bir dilin diğer bir dili, bir kültürün diğer bir kültürü yok etmesi için kullanılmamalı. Bu durum, insanları ibadetten soğutur. Örneğin, bir keresinde dayanamayarak camiyi terk etmiştim. Hutbe metninde adı verilmeden, daha doğrusu “bölücüler” şeklinde kodlanarak biz Kürtlere resmen hakaret ediliyordu. Öteden beri negatif kavramlarla kodlandığımız biliniyor. Bir de kalkıp camide, Allahın evinde millet olarak aşağılanmak dayanılır, kabul edilir bir durum değildir.
Çoğu zaman hutbe metinlerinde hümanist söylemler olur. Ama bunlar, bende yapması gereken olumlu etkinin aksine tiksinti uyandırır. Çünkü bunların samimi olmadığı, daha doğrusu İslami tabirle “münafık”ça söylemler olduğu çok açıktır. Bunu anlamamak saflıktır. Bunları kabullenmek ise onursuzluktur. Hadisi şeriflerde onur sahibi, gayret sahibi olmayanların iman sahibi de olamayacakları söylenmektedir. Örneğin, bu bayramda (15.10.2013) okunan hutbe genel olarak “kurban” üzerine olmasına rağmen son bölümü şöyleydi:
“Kardeşlerim,
Şahit olduğumuz üzere; İslam âlemi, küresel oyunların sahnelendiği bir merkez haline gelmiştir. Kıyametin alameti olan herc-u merc, kaos ve anarşi ortamı, tüm İslam coğrafyasını etkisi altına almıştır. Kafalar karışık, zihinler allak bullak olmuş vaziyettedir. İşte, böylesi fitne kokan bir zamanda bayramların ruhuna ihtiyacımız vardır. Bu itibarla; İslam kardeşliğine yakışır bir şekilde, birbirimize muhabbet nazarıyla bakalım. Hasedi, kini, nefreti ve kötü zanları bir tarafa bırakalım. Af ve müsamaha yolunu tercih edelim. Hakkı söylemekten, haktan yana tavır koymaktan ve adaletten asla taviz vermeyelim. Çünkü kurtuluşumuzun bundan başka yolu yoktur.”
Kardeşlikten, muhabbetten, hased, kin ve nefreti bir kenara bırakmaktan, af ve müsamaha yolunu tercih etmekten, hakkı söylemekten, haktan yana tavır almaktan, adaletten asla taviz vermemekten; çünkü kurtuluşumuzun bundan başka bir yolu olmadığı telkin edilmektedir. Ama bu sözler, imamın iyi niyetiyle kurduğu sözler değildir. Hutbede okunanlar, devletin söylemi sayılabilecek, resmileştirilmiş metinden bir bölümdür. Ama bizimle alay eden sözlerdir. Örneğin, işi gücü hırsızlık olan biri kalkıp hırsızlığını örtbas etmek için hırsızlığı kötüleyen sözler söylemesi ya da yalancı olduğu çok açık olan birisinin kalkıp yalan atanın Allah’ın düşmanı olduğu, bundan dolayı kimsenin yalan atmaması gerektiğini telkin etmesi, insanda nasıl tiksinti uyandırıyorsa bende de bu sözler, aynı şekilde tiksinti uyandırıyor.
Varsayalım ki hakikaten hutbelerde hep olumlu, güzel şeyler anlatılsın, Türkçülük propagandası yapılmasın, ama sırf başka bir dilde, cami cemaatinin anlayamadığı veya çok az anladığı bir dilde hutbenin okutulması, bunun zorunlu kılınması büyük haksızlık, zulüm değil mi? Böylesi bir durum “İslam kardeşliği”ne sığar mı? Niye Kürdün köyünde “İslam kardeşliği”, “muhabbet” sadece Türkçeyle olsun? Niye Kürdün köyüne Kürtçe bilen imam değil de Türk imamlar atansın?
Güce dayalı, zora dayalı politikalarla bize bunca zulmü yapanlar; varlığımızı, milliyetimizi, kimliğimizi, dilimiz ve kültürümüzü yok edenler, her türlü metodu kullanarak bizi başkalaştıranlar, ne yüzle bize “İslam kardeşliğine yakışır bir şekilde, birbirimize muhabbet nazarıyla bakalım” diyorlar, neden önce onlar bunu denemiyorlar?
Biz Arapça okumayı bin yıldan daha fazla bir zamandır, Türkler buralara gelmeden önce, “Xê ziber xe, xê zêr xî, xê pêş xu”, “Xê di ziber xen, xê di zêr xîn, xê di pêş xun” şeklinde okuyorduk. “Xx (Kh)” sesi aynı zamanda Kuran dilinde de vardır. Ama özellikle son yıllarda, Kuran kurslarında, camilerimizde Türkçülüğü esas alan cemaatlere bağlı kişiler, aynı sesi “Ha üstün ha, ha esre hi, ha ötre hö” şeklinde öğretiyorlar. Böylece hem Kuran’da var olan “Xx” sesi yok ediliyor hem de nasıl ki Türklerin gırtlak yapısı QWX gibi sesleri çıkarmaya uygun değilse, örneğin “Qul huwellahu ehed” diyeceklerine “Kul huvellahü ahat” diyorlar, biz Kürtler de ÖÜ gibi sesleri çıkaramıyoruz, “ötre” diyemiyoruz. Ama çocuklarımızı bu sesleri çıkarmaya mecbur ediyorlar. Birisi kalkıp haklı olarak Türklere, Kuran’daki “Xx” sesini neden çıkaramıyorsunuz, “Xalıq” diyeceğinize “Halık” diyorsunuz, neden bu sesleri değiştiriyorsunuz dese, Türkler, hemen buna karşı çıkar. Millet olarak gırtlak yapımızda, dilimizde bu sesler yoktur diyerek, Kuran dilindeki sesleri kendimize has çıkarıyoruz, derler. Ya bize yapılanlar?
“Hakkı söylemeli, haktan yana tavır koymalı ve adaletten asla taviz vermemeliyiz” diyorsun ama kendine yapılmasını istemediğin şeyleri neden başkasına reva görüyorsun?
Türk devletinin çıkarları için neden Kürtçe yok olsun? Kaldı ki neden Türklerin milli çıkarları, Türk devletinin çıkarları Kürtlerin yok sayılması, Kürtçenin yok edilmesi üzerine kurulu olsun? “İslam’da düşmana karşı hile yapmak mubahtır” denilerek, Allah’ın yarattığı Kürtlerin varlığını, milliyetini, kimliğini, Allah’ın ayetlerinden olan dillerini, kültürlerini yok etmeye çalışmak, üstelik Allah’ın dini olan İslam’ı kullanmak nasıl mubah olur? Kaldı ki Kürtler, neden Türklere düşman olsun ki? Var olmamız, dilimizle konuşmamız Türklere niye “düşman”lık oluyor?
Bu ve buna benzer durumlar çok açık iken, camilerimiz Allah’ın evinden çıkartılarak Türkleştirme kurumları, devletin evleri haline getirilmişken kalkıp Diyarbekir’den Gazze’ye yardım götürenlerin; Diyarbekir’de Filistinliler için, Mısırlılar için kendilerini helak edenlerin, kendilerine “peygamber sevdalıları” vs adlar yakıştırarak Kutlu doğum haftaları düzenleyenlerin bu duruma hiç itirazları yoktur. Kürt camilerinde okutulan hutbenin neden Kürtçe yerine Türkçe okunduğunu, Kuran öğretmenin neden Kürtçe değil de Türkçe yapıldığını tartışmıyorlar bile. Bu konulardan söz edildiğinde ise “Önemli olan Allah’a imandır” deyip karşı çıktıkları da biliniyor. Peki Allah’a iman etmek Kürtçe hutbe vererek olmuyor mu? Bin yıldan daha fazla bir süre yapılan Kürtçe tedrisat ve ibadet yalan mıydı?
Kürt imamlara gelince, bu durumu benden çok daha iyi bildikleri halde, bir maaş için zulme ortak oldukları, zulmün taşıyıcısı konumunda oldukları ortadadır. Kadrolu imam olmuş bir Kürdün, diline, milliyetine, kimliğine yönelik sorumluluğu yok mu? İmam olunca, öğretmen olunca milliyetinden, dilinden, kültüründen azade mi oluyor?
Devlet’in anayasasının ikinci maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti (…), laik ve sosyal bir hukuk Devletidir” denilmesine ve laikliğin de “devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmaması ve devletin dinler karşısında tarafsız olması” anlamına gelmesine rağmen bu devlet, hiç de laik değildir. Bu devlet, pratikte, işleyişte “laik” değildir. Doğrusu, devletin dini İslam’dır, Hanefi mezhebidir. Nasıl ki tüm resmi ve gayri resmi kurum ve kuruluşlarıyla sınırları içerisinde yaşayan herkese Türklüğü, Türkçeyi dayatıyorsa aynı şekilde her inanca karşı Hanefi mezhebini dayatıyor. Bu devlet, laikim diyor ama Aleviliğe karşıdır, Ezidiliğe karşıdır, Hıristiyanlığa karşıdır. Kürtlerin sadece milliyetini, kimliğini, dilini ve kültürünü zehirlemekle, yok etmekle kalmıyor, camileri kontrolüne alarak aynı zamanda dini maneviyatlarını, ibadetlerini de zehirliyor, kirletiyor. Eğer Cemevlerine tıpkı kadrolu imamlar gibi kadrolu memur olan pîr ve rayberler atanacak olursa, Cemevleri de devlet evlerine dönüşür.
Güce dayalı, zora dayalı politikalarla bilerek, isteyerek, planlayarak bize bu zulmü yapanlardan; bu zulme bilerek ve isteyerek yardımcı olanlardan, sessiz ve suskun kalanlardan Allah’ın mahkemesinde davacı olacağım.
Roşan Lezgîn
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.