22 Kasım 2024
  • İstanbul7°C
  • Diyarbakır6°C
  • Ankara12°C
  • İzmir17°C
  • Berlin1°C

'BU ÜLKEDE BİR TÜRK GİBİ DEĞİL, BİR KÜRT GİBİ YAŞAMA HAKKIMIZ OLMALI'

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, barış süreci ile ilgili son değerlendirmeleri Mine Şenocaklı'ya  yaptı.

'Bu ülkede bir Türk gibi değil, bir Kürt gibi yaşama hakkımız olmalı'

22 Ocak 2013 Salı 07:20

Müzakere sürecinde AKP’ye yol göstermek durumundayız. Sadece biz değil, herkes yol göstermelidir. Çünkü AKP’nin ekibi, bu işi kotaracak kapasiteye sahip değil... Bence hükümetin artık bu dağınıklığı, çok sesliliği, kafa karışıklığını bir tarafa bırakması ve birini koordinatör olarak ataması lazım. Kim olursa olsun, bizim için fark etmez. Onun dışında hiç kimse konuşmamalı...

- Kürtler’den “Bu kadar kan boşuna mı aktı?” diye düşünenler var... Türkler’den ise “Bölünüyoruz” diye düşünenler var...

Bu konuda söyleyebileceğim şudur; ne Kürt ne de Türk kamuoyunun korkmasına gerek yok. Olmuş bitmiş bir şey yok. Ne olursa bundan sonra görüşerek, tartışarak olsun istiyoruz. Ama bizim yaklaşımımız şudur; evet, Türklerle Kürtler birlikte yaşamalı, Türkiye’nin sınırları içinde çözüm olmalı. Fakat bu çözüm demokratik, hakça, eşitçe olmalı. Kürtler de halk olarak dilde, kültürde, yaşamda, eğitimde, yönetimde, söz söyleme hakkında Türklerle eşit olmalı. Türkiye’de bir Türk gibi değil, bir Kürt gibi yaşama hakları olmalı. Bunun formülleri ise müzakere aşamasında tartışılırsa bizce daha sağlıklı olur.

- Yine de bize somut bir örnek verebilir misiniz?

Örneğin, şu anda Diyarbakır Belediyesi’nin yaptığı 33 yeni park var... Yani salıncakların, çocuk bahçesinin, ağaçların olduğu bildiğiniz küçük park. Bu parkların ismi kaymakamlık tarafından yasaklanmış durumda. Şöyle bir tabela vardır, giderseniz o parkta görürsünüz; Kayapınar Belediyesi nokta nokta nokta parkı... Altta parantez içinde de şu yazar; “Bu parkın Berfin olan ismi Kürtçe olduğu için kaymakamlık tarafından yasaklanmıştır ve bu konudaki dava sürmektedir.“ Tabela budur Diyarbakır’daki parklarda. Bu ülkede Kürtler kendi kültürlerinden bir ismi koyamıyorlar parklara. Park ya! Devlet ismi demiyorum, parka o ismi koyamıyorlar. Çocuklarına isim koyarken w, x ve q harfi kullanamazlar. Türk alfabesinde yoktur bunlar çünkü... Ama Kürt alfabesi, fonetik olarak bu üç harf üzerine kuruludur. Onu Türk alfabesinden en fazla ayıran da bu üç sestir. Fakat bu üçünü kullanarak çocuklarınıza isim koyamazsınız. Hatta bunu TRT Şeş yasadışı olarak kullanmasına rağmen...

Bu ülkede bir Türk gibi değil, bir Kürt gibi yaşama hakkımız olmalı

- Öyle mi? Benim hiç dikkatimi çekmedi.

Tabii. TRT yasadışı kullanıyor. Çünkü bu harfleri kullanmadan Kürtçe konuşamazsınız, yazamazsınız... Şimdi, Türklerin şunu anlaması lazım; bu kültürün, bu dilin kendini eğitimde, kamusal alanda ifade etmesi Türk’e ait olan bir şeyin Kürt’e verilmesi anlamına gelmiyor. Zaten Kürt’e ait olan ve zorla Kürt’ten gasp edilmiş olanın iadesi anlamına geliyor. Buradaki Türk’ün kafasını karıştırabilecek şey nedir? Acaba Kürtler artık Kürtçe eğitim yaparsa, her şeyleri Kürtçe olursa birbirimizi anlamayız ve giderek artık birbirinden kopan iki ayrı topluma dönüşür müyüz? Bunu da biz her zaman şöyle anlatmaya çalıştık; bizim niyetimiz Kürtler ve Türkler birbirini anlamasın niyeti değil. Kürtler artık bundan sonra hiç Türkçe konuşmasın, Türkçe öğrenmesin derdinde de değiliz. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı her Kürt ana dilinde eğitim yaptığı bir okul olursa, birinci sınıftan üniversiteye kadar her sınıfta zorunlu olarak Türkçe öğrensin. Vatandaşı olduğu ülkenin dilini en iyi şekilde öğrensin. Kendi ana diliyle Kürtçe eğitim yapıyorsa bile... Zaten bu ülkede Türkçe resmi dil, en yaygın dil, medyanın dili, eğitimin dili... Siz bir çocuğa Türkçe öğrenme de deseniz o öğrenecektir bu ülkenin vatandaşı olarak. Bir Türk Almanya’ya gittiğinde çocukları Almanca öğrenmiyor mu? İstediğin kadar engellemeye çalış, o ülkenin resmi, yaygın dilini öğrenir. Ama kendi ana dilinde eğitimle birlikte bunu yaparsa hem kendi dilini, kültürünü korumuş olur, hem de eğitimde ve kamusal alanda daha başarılı olur... Başka bir dilde eğitimi zorla ona dayatırsanız hem asimile etmiş, kültürel kıyım yapmış olursunuz, hem de o insan asla başarılı olamaz.

- Aslında AK Parti döneminde bu konularda yol alınmadı mı? Kürt meselesinde bir yerlerden bir yerlere gelinmedi mi?

Gelindi, doğru...

- TRT Şeş de simgesel bir örnek olarak yol alındığını gösteriyor... Bu ülkede Kürt meselesi var bile denemiyordu. Rahmetli Şerafettin Elçi bu yüzden hapis yatmadı mı?

Evet, AKP döneminde bir yerden bir yere gelindi ama az da bir süre değil, 10 yıldan bahsediyoruz... Biz buna şükür mü etmeliyiz, yoksa AKP döneminde gelinmesi gereken yere gelinmediği için hükümeti eleştirmeli miyiz? Çok önemli çözüm fırsatları vardı AKP döneminde... Bu sorun tümden çözülebilirdi, bitebilirdi. Hükümet bunu değerlendirmek ve sorunu tümden çözmek yerine, her fırsatı kendi seçim kazanımına dönüştürmeye çalıştı. 1999 ve 2004 yılları arasında bırakın ateşkesi, Türkiye sınırlarında tek bir silahlı PKK’li yoktu. Peki TRT Şeş o dönemde mi açılmıştır? Hayır. Kürtçe kursları o dönemde mi açılmıştır? Hayır. Adımları ne zaman atmıştır AKP? Dikkat edin, ne zaman ki kendi seçim kazanımları riske girmiş PKK’den ateşkes istemiş... Bunu başarmış, ateşkes ortamında seçimlere gitmiş, seçimden daha güçlü çıkınca, yeniden fiilen ateşkesi bozup çatışmaya başlamış... Bu aralarda da zorlandıkça TRT Şeş ve benzeri adımlar atmıştır. Oysa özellikle 2002-2004 arası, AKP’nin hükümet olduğu ilk 2 yılda sorunların birçoğu rahatlıkla çözülebilirdi. İnsan hakları standartları açısından baktığınızda AKP, elindeki fırsatların ancak yüzde 10’unu değerlendirebilmiştir. Evet, AKP döneminde ilerleme katedilmiştir, olumlu adımlar atılmıştır, bunlar inkar etmemiz gereken şeyler değil ama sırf bundan dolayı da AKP muazzam işler başarmıştır demek de gerekmez. Muazzam işler başarma fırsatlarını teptiği için eleştiriyoruz biz AKP’yi. Çünkü başka hiçbir hükümetin AKP kadar şansı yoktu. İşte, bakın 2011 seçimlerinde müzakereler koptu ve o günden bu yana binden fazla insan yaşamını yitirdi. Ama artık kaybedecek zaman yok. Yani AKP oyalama, zaman kazanma taktiğini kullanacak durumda değil.

Biz AKP’yi muazzam işler başarma fırsatını teptiği için eleştiriyoruz

- Neden?

Çünkü bölgesel gelişmeler de artık AKP’nin kontrol edemeyeceği ve AKP’yi çok çok aşan bir boyutta seyrediyor. Sadece kendi seçim gündemine, başkanlık, cumhurbaşkanlığı veya yerel seçim gündemine endekslenen bir süreç olamaz. Çünkü Suriye meselesi, bütün bunları aşan ve AKP’yi çok daha zora sokabilecek bir pozisyon yaratabilir. Seçimlerden çok daha ciddi bir risktir hükümet açısından. Hükümetin orada mesafe katetmesi için de mutlaka Suriye’deki Kürtlerin desteğini kazanması gerekir. Oradaki Kürtlerin desteğini alabilmesi de buradaki gidişata bağlıdır. O yüzden sadece AKP seçim takvimini kullanarak bu meseleye yaklaşamaz. Bizi de, AKP’yi de, hepimizi aşan ama hepimizin bir şekilde de etkili olduğu, çözümü zorlayan bir mesele Suriye meselesi... O yüzden kaybedecek zamanı yok hükümetin. Hiçbirimizin yok. Bir de olaya insani açıdan bakıyoruz tabii. Kaybettiğimiz her gün, her saat insanlar ölüyor.

- Diyarbakır mitinginde samimiyet sınavını aştığınız, AKP’nin istediği çizgiye geldiğiniz söylendi...

Şunun bilinmesini istiyoruz; AKP için, AKP’nin hatırına girdiğimiz bir süreç değil bu süreç. AKP’nin kadir kıymetinden, AKP’nin değerinden kaynaklı bir umut oluşmuş değil. AKP’nin de sürece şu şekilde yaklaşmaması lazım; Başbakan Erdoğan kendisi dışındaki herkesi enstrüman olarak görüyor. Bu üstenci bakıştır ona bu sözleri söyleten. “Ben merkezdeyim, en üstteyim, hepinizi yönetirim” demek istiyor... Bu çok yanlış. Maalesef AKP’nin kurduğu dil veya süreci yönetme şekli çok acemice. Benim en büyük kaygım, bunlar bu işi beceremeyecekler. Yani ne çözmeyi becerebiliyorlar ne tasfiye etmeyi. O nedenle çözümü bulabilmesi için AKP’ye yol göstermek durumundayız. Sadece biz değil, herkes yol göstermelidir. Çünkü AKP’nin ekibi, bu işi kotaracak kapasiteye sahip değil. Başbakan Erdoğan’ın etrafındakilerin, AKP sözcülerinin değerlendirmelerini okuduğumda her gün daha da kaygılanıyorum. Bazen o kadar ucuz, o kadar basit, yüzeysel değerlendirmeler yapılıyor ki... Tarihin Ortadoğu’da geleceği yeniden şekillendirdiği bu dönemde, soruna bu kadar yüzeysel, çözümden, gerçeklikten uzak, sorunun özünü ve aktörleri dışlayan, denklem dışına itmeye çalışan bir dille yaklaşılabilir mi? Bence hükümetin artık bu dağınıklığı, çok sesliliği, kafa karışıklığını bir tarafa bırakması, birini koordinatör olarak ataması, onun dışında da hiç kimsenin konuşmaması lazım.

- Sizin bir öneriniz var mı?

Hiç önemli değil. Hiç fark etmez bizim için... Bu onların vereceği karardır. Ama sonuçta bu kararı verirken herhalde geçmiş deneyimleri veya deneyimsizlikleri göz önünde bulunduracaklardır. Kendileri bilirler. Biz onlar adına konuşamayız. Ama isteriz ki çok sesli, kafası karışık, her kafadan bir ses çıkacağına ciddi bir ekiple muhatabımız olsunlar. Bizim ciddi, bütün bu konuları tartışabilecek bir ekibimiz var... O zaman çok daha hızlı yol alabiliriz, akan kanı durdurabiliriz...

ÖCALAN’I HİÇ GÖRMEDİM!

- İmralı’ya Ahmet Türk’le birlikte sizin gideceğiniz söyleniyor...

Adalet Bakanlığı’na resmi bir başvurumuz var. Ama böyle bir izin yok henüz.

- Siz hiç Öcalan’ı görmemişsiniz sanırım...

Doğru, görmedim. Ne cezaevinin dışındayken ne de cezaevine girdikten sonra kendisiyle hiç karşılaşmadım...

- Ne hissediyorsunuz? Sizin için ne anlam ifade ediyor bu karşılaşma?

Sadece Kürtler üzerinde değil, Ortadoğu ve Ortadoğu politikaları üzerinde etkili olan ve 14 yıldır bir hücrede tutulan, yaşamının çok önemli bir kısmını da Kürtler için mücadeleye adamış bir şahsiyeti görmek benim için heyecan verici tabii... Ama bu kişisel bir cezaevi ziyareti değil. Bütün toplumu, bütün halkı ilgilendiren bir mesele olduğu için herhalde her birimiz sorumluluğumuz çerçevesinde yaklaşırız bu tür görüşmelere... Konuşacağımız her şey bütün bu siyasal sürece, bütün bu görüşmelere dahil olur. Çünkü o konuşmada, o görüşmede kaybedecek hiç bir saniye yoktur. Bizim açımızdan da kendisi açısından da... Biz muhtemelen çözüm önerilerimizi, dışarıdaki süreç değerlendirmelerimizi paylaşırız. Kendisi de bugüne kadarki ve bundan sonra olabilecek yaklaşımlarını paylaşacaktır diye düşünüyorum.

Kürtçem, Türkçem kadar iyi değil

- Can Dündar’ın yazısından öğrendik, Kürtçe dersler alıyormuşsunuz...

Evet. Kurmanci, yani Kürtçe’nin bir lehçesinin derslerini alıyorum...

- Ne kadar zamandır?

Periyodik olarak ders alamıyorum tabii. Çok zamanım olmuyor. Fırsat buldukça kendim çalışıyorum. Geçen sene bir hafta kadar ders aldım... Ben Kürtçe’nin Zazaca lehçesini biliyorum. Annem de Zaza’dır ama Kurmanci çok daha yaygındır bizim orada. Bir de Hakkari milletvekili oldum şimdi. Hakkari’de herkes Kurmanci konuşuyor. O lehçeyi de biliyordum işin doğrusu. Öyle çok yabancılığım yoktu ama şimdi daha iyiyim. Kurslarla daha iyi öğrendim... Çocuklar da biz de anlarız ama Türkçe kadar iyi kullanamıyoruz. Çünkü 20 yıldan fazla Türkçe eğitim almışım ben. 6-7 yıl üniversitede, ondan önceki 12 yılda da tüm eğitimim Türkçe... Türkçe daha hakim olduğumuz bir dil. Kürtçe’yi o kadar iyi bilmiyoruz. Bilmemiz de mümkün değil. Ama yine de geliştirelim diye uğraşıyoruz. İyi bir siyasi konuşma yapamam mesela ben Kürtçe. Hakim değilim o kadar.

Halk olarak sorunu var Kürtlerin, yoksa gelin damat olarak değil!

- Şehit cenazelerinde ya da PKK’lı cenazelerinde ne hissediyorsunuz?

Bir defa sorumlu hissediyorsunuz kendinizi... Tabii ki, biz barışı başarmış olsak bu insanlar ölmeyecekti. O anda üniformasını görmüyorsunuz ki! Ben bütün ölenlerin gözlerine bakıyorum fotoğraflarda... Onun taşıdığı üniformaya değil... Polis, asker, yüzbaşı, binbaşı, gerilla, kimse, hepsinden öte o insanların gözleri var. Üniformayı çıkardığınızda hepsi insan... Onların anneleri var, babaları var...

- Daha önemlisi çocukları var...

Çocukları var... Çocukları ağlıyor, bütün bunlardan kendinizi sorumlu tutuyorsunuz. Çünkü biz bu işi çözseydik o çocuğun babası yanında olacaktı. Bu kadar net... Ya da biz bu işi çözseydik o gerilla, o asker annesinin yanında olacaktı. Ben her fotoğrafa baktığımda böyle hissediyorum. İşin doğrusu bu benim açımdan taşınması zor bir yük. Partideki bütün arkadaşlarım açısından da böyle. O nedenle biz bu ölümleri durdurmak istiyoruz. Artık bu vicdanen de, siyasetçi sorumluluğu açısından da bizi çok zorlayan bir durum. Hele hele bütün bunları hissediyor olmamıza rağmen her gün suçlanıyor olmamız, bunu “Kanla besleniyorlar” diye olmadık hakaretlerle, olmadık sıfatlarla ifade ediyor olmaları bizi çok daha fazla üzüyor.

- Üstelik de kız alıp vermiş ve bu kadar iç içe geçmişken... Bir arada yaşıyorken...

Kim kendine saf Türk diyebilir, kim kendine saf Kürt diyebilir ki? Bugün için kim kendini nasıl tanımlamak istiyorsa odur asıl olan. Yani Kürt gelin, Türk damat hepimizin ailesinde var ama mesele sadece ikili ilişkiler değil ki artık. Halk var ortada. Bir halkın sahip olması gereken haklar var. Gelinin, damadın sahip olması gereken hakları konuşmuyoruz ki! Tamam o toplumsal bir gerçekliğimiz. Ama oradan yola çıkarak, “Biz kız aldık verdik, tavuklar da birbirine karıştı o yüzden sorunumuz yok” diyemeyiz ki! Yani bu işin güzel tarafı tamam da, Kürtlerin hiçbir sorunu yok anlamına gelmiyor. Halk olarak sorunu var Kürtlerin. Yoksa gelin damat olarak değil!

Mine Şenocaklı - Vatan

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.