“BU KURŞUNU ATAN DA, YİYEN DE ÜLKE İÇİN” LAFLARINI EDENLER!
Yarın Habertürk'te yazmaya başlayacak olan Temelkuran yeni adresine ısınmış görünüyor.
07 Şubat 2010 Pazar 13:12
Yarın Habertürk'te yazmaya başlayacak olan Temelkuran yeni adresine ısınmış anlaşılan.
Kadınsan, tercih yapman gerekiyor. Sana mı şiir yazılacak, yoksa sen mi şiir yazacaksın? 15 yaşındayken Sait Faik okumak için eve koşarak gittiği yıllarda kendi şiirini kendi yazmaya karar vermiş Ece Temelkuran. “Kitabın arasına tek sigara sıkıştırırdım” diyor, “Sait Faik okurken sigara içebilmek dünyanın en güzel şeyiydi. Öyle kitaplara rastlamıyorum pek, az okuyorsam sebebi bu. Hayret denen o güzel ruh halinden uzak kalacak kadar çok şey görmüş de olabilirim.” Sonra şöyle sürdürüyor sözlerini: “Bir mesele daha vardı kafamı kurcalayan, yazmayı mı daha çok seviyordum, yaşamayı mı? İkisini de yapacaktım, yani hem roman yazacak hem de roman gibi yaşayacaktım.”
Dokuz ay Beyrut’ta kalmışsınız. Bir çocuğu dünyaya gelmeye hazırlayacak süre... İstanbul’da yazsaydınız, ne değişirdi?
Orada Ece Temelkuran değildim, insanların başkalarından gizledikleri hikâyelerini anlattıkları bir boşluktan ibarettim. Şimdi İstanbul’a bakınca diyorum ki; ben bu şehirde ne çok hikâye kaçırıyorum. Gazeteci olarak herkes yüzümü ve adımı bildiği için, hikâyeleri tamamen çıplak bir şekilde dinleyemiyorum burada, yani insanlarla konuşurken, “hiç kimse” olamıyorum.
Beyrut’ta, “herkesi hiç kimse yapan o gürültüde” neler duydunuz? Türkiye’nin sesi nasıl yansıdı?
Delilik dışarıdan bakınca ürkütücü ama içinde olduğunda sağlıklı bir hal alıyor. Beyrut’ta milletçe ne kadar dehşet verici bir delilik ve kabalık içinde olduğumuzu gördüm.
Yoksulların aşkını yazmak niçin zor, diye sorsam...
Çünkü onları bildiğimizi zannederiz ama bilmeyiz. Bizim gibi varoluş krizleriyle bunalma lüksüne sahip değiller, bunu anlamayız. Cinselliklerinden tiksiniriz. “Yoksullar” adını koyarak onları kimliksizleştiririz. Sadece delirdikleri zamanlar görürüz onları; evleri yıkılıp aç kaldıklarında, intihar ederken çocuklarının boğazına bıçak dayadıklarında. Öncesi yok bizim için.
“Aşk bir iç savaştır” diyorsunuz. Yani âşıksak; içimizde hep bir cehennem... Sizin içinizdeki hangi acı, hangi aşk yansıdı bu kitaba?
Beni insanların içinde patlayıp süren savaş ilgilendiriyordu ama bunu aşksız anlatmak mümkün olmadı. Dünyanın içinden geçtiği o karanlık delilik tünelinin aşkla benzeşen bir yanı var; ikisi de her şeyi ters yüz edebilme gücüne sahip. Pek de anlamlandıramadığımız acayip bir çağdan geçiyoruz; aşk bunu anlatmamı sağlayan bir yumurta akı, yapıştırıcı oldu benim içim. O sıralar ruhumda neler olup bittiğini ise söyleyecek değilim elbette.
KOLAY OLMADI YAZMAK
Tamam, sormayacağım ben de...
Şaka bir yana; herhangi romantik bir durum söz konusu değildi zaten. Muslukları akan, hamamböceği dolu berbat bir dairede yazdım kitabı. Dilini bilmeyen insanlarla konuşuyor ve gerçekliğini ispatlayamayacağın bir hikâyenin peşine düşüyorsun. Burada romantik olan bir şey varsa, yarattığım kahramanların beni dipsiz bir kuyudan çıkardığını sonradan
fark etmiş olmamdır. “Niçin” dersen; her şeyin çok kolay olmasının beklendiği bir zamanda ben hâlâ çileye, inzivaya inanıyorum. Kolay olmadı Muz Sesleri’ni yazmak; gözlerimde egzamalar çıktı, Quasimodo’ya döndüm... Görseydin, korkardın.
Karakterlerinizden Hamza, “Bir insan bir insanda başka bir hayatın kapısını görünce âşık olur ona” diyor. O kapıdan girmeyi, ardındaki olası tehlikeleri göze alanlar, buna cesaret edenler neyle ödüllendirilir ya da cezalandırılırlar?
Sen benden iyi bilirsin, ödül filan yok. Mesele her şey bittiğinde hikâyenin güzel kalması... Yaraların iyileştiğinde hatırladığın hikâye hâlâ güzelse, yeter. Ben hikâyem güzel olsun, içinden birçok hayat geçen bir ömrüm olsun istiyorum. Bir de şu var: Üstüme kapının kilitlenmesinden hoşlanmam. Bizim gibi kadınları manolyaya benzetiyorum. Çok güçlü görünür manolya, kocaman bir ağacın dallarında açar, etli, kalın yaprakları vardır ama kırılgandır, dokununca çürür. Köşemin adı da bu yüzden ‘Kıyıdan’. Görebilecek kadar yakında, vakti gelince çekip gidebilecek kadar uzakta durduğumu anlatıyor. Başka türlü bir kıymetim kalmaz zaten.
HAYATIN TAM ORTASINDA
“Kendi kendinden utanacağın bir şey yapmıyorsan, seni organlarını değiştirene kadar sarsan bir şey yaşamıyorsan eğer, o aşk değil” diyorsunuz. Yani aşktan sonra aynı kalınmıyor... Bir arkadaşım, sizin kitaplarınızı okuduktan sonra okurun da aynı kalamayacağını söylüyor. Muz Sesleri’ni bitirdiğinizde, siz aynı kaldınız mı?
Kalmadım. Bitmek üzereydi kitap, 2 Temmuz’da yani doğum günümde arkadaşlarımla çok sevdiğim bir meyhaneye gittik, Abu Hassan diye ufacık bir yer. Birden “Artık olmak istediğim gibi bir insanım” lafı çıktı ağzımdan. Düşünsene; Beyrut’tayım, bir roman yazıyorum, o mu bitecek ben mi biteceğim, belli değil, kimsenin beni tanımadığı bir yerde
rakı içip çiğ ciğer yiyorum, beyaz bir elbisem var, sağlığım yerinde... En önemlisi, kendimi dışarıdan izlemiyorum, sürdüğüm o saçma sapan hayatın tam ortasındayım. Nereye gittiğimi bilmeden koşuyorum ama korkmuyorum. O an öyle hissettim, çok güzeldi.
Dışarıdan izleseydiniz kendinizi, ne görürdünüz?
İnsan kendine dışarıdan bakmaya başlamışsa, bil ki kendini kendi gözleriyle izlemiyordur. Onu kim eleştiriyorsa, kim utandırıyorsa, onun gözleriyle izliyordur. Annesi, babası, sevgilisi, kardeşi...
“Sizi korkutan, sizin siz olmanıza izin vermeyen bir ev, ev değildir zaten” demiştiniz. Bunu bu ülkenin süregelen politikasına da aşka da uyarlayabilir insan. Sizin eviniz neresi?
Hikâyelerimden başka evim olmayacak benim. İnsan kaderinde ya da mizacında olmayan şeylere niyet etmemeli. Yoksa eline yüzüne bulaştırıyor. Muz Sesleri, Ağrı'nın Derinliği ve Bütün Kadınların Kafası Karışıktır'la birlikte yazarın yayınlanmış onuncu kitabı.
Sözünü sakınmayan, iktidarla derdini açıkça ortaya koyan, siyasi tavrı konusunda yalana dolana başvurmayan bir yazarsınız. “Bu efelik bana bazen kaybettirir ama gece rahat uyurum” diyorsunuz. Ne yapsaydınız rahat uyuyamazdınız?
Bir tane hayatımız var. Onu da kahramanca yaşamayacaksak ne işimize yarar? Korkarak mı yaşayacağız? Seçimim, kaybedecek şeyim yokmuş gibi yaşamak. Kaybedecek bir şeyim de yok gerçekten. Geldim, gideceğim... Yapabileceğim en şahane şey, giderken bu dünyaya bir cümle bırakmak.
Yazılarınızda kimin tarafını tutarsınız?
Kimsenin. Yoksulların, ezilenlerin tarafını bile tutmuyorum. Sadece yazının tarafını tutuyorum, hakikatin, eşitliğin, kardeşliğin, adaletin, iyiliğin.
Köşe yazarlarının saç modeli seçer gibi kolayca inanç ve fikir değiştirdikleri bir ülkede yaşıyoruz...
Gelişmiş, eğitimli bir şüphe veya kendiliğinden bir kafa karışıklığı değil onlarınki. Vaktiyle “Bu kurşunu atan da, yiyen de ülke için” laflarını edenler, kontrgerillayı desteklediğini ağzıyla söyleyenler, bugün demokrasi dersi verip darbe karşıtlığı kraliçesi olarak arzı endam ederken, değiştiklerine inanmamızı bekliyorlar. Değişimin sınamasını nasıl yapacağız? Hesabını vermeyecek misin akan onca kanın? Öyle değişim olmaz. Ben bunu elimden geldiği müddetçe hatırlatırım, unutturmam.
Artık Habertürk’tesiniz. 10 yıldır yazdığınız gazeteden nasıl ayrıldınız?
Milliyet’e tek tabanca girmiştim, tek tabanca çıktım. Bir veda yazısı yazmak isterdim, yapamadım. Buraya da tek tabanca geldim. Habertürk’ün yeniliği, boya kokusunun henüz geçmemiş olması hoşuma gidiyor. Yaşayan bir organizmanın oluşumuna katkıda bulunacağımı hissediyorum.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.