22 Kasım 2024
  • İstanbul11°C
  • Diyarbakır10°C
  • Ankara14°C
  • İzmir18°C
  • Berlin2°C

BÖYLE BİR MAHKEME GÖRÜLMEDİ!

Neredeyse 9 ay geçti. Nihayet hakim karşısındayız. Türkiye demokrasi tarihinin en büyük kara lekesinden biriyle karşı karşıya mahkeme...

Böyle bir mahkeme görülmedi!

19 Eylül 2012 Çarşamba 07:48

Neredeyse 9 ay geçti. Nihayet hakim karşısındayız. Türkiye demokrasi tarihinin en büyük kara lekesinden biriyle karşı karşıya mahkeme. İlk defa 36’sı tutuklu 44 gazeteci birlikte yargılanıyor. Mahkeme bu kara lekeyi silme cesareti gösterecek mi bilmiyoruz. Ama umut etmek istiyoruz.

Biz tutuklu 36 gazeteci askerlerle oluşturulmuş bir çemberin içinde oturuyoruz. Onlar bizi, biz onları görebilmek, bir sıcak bakışla buluşabilmek için bir o yana bir bu yana eğilip-yükselip duruyoruz.

Duruşma Özel Yetkili 15. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Ali Alçık’ın gergin uyarılarıyla başlıyor. Hava elektrikli, heyet asık suratlı. Bunun davanın tarihi niteliğinden, ağırlığından kaynaklandığını düşünüyoruz. Eee dile kolay, bu ülkenin tarihinde ilk defa bu kadar çok gazeteci, tamamen mesleki faaliyetleri gerekçe gösterilerek “terörizm”le yargılanıyor. Üstelik gazetecilikte ihtisaslaşmamış ve iddianameden anladığımız kadarıyla bu meslekten hiçbir biçimde anlamayan bir mahkeme yargılama yapıyor. Gerginliği biraz da bu bilgisizliğe yoruyoruz. Üstelik bir de 12 Eylül darbesinin yıldönümümde yargılanıyor olmanın trajik tesadüfü var ortada.

Daha mahkemenin başında tuhaflıklar baş gösteriyor. Avukatlara ayrılan masalarda yer kalmayınca onlarca avukatımız ayakta kalıyor. Onlar duruşma başlayabilsin diye en öndeki boş sıralara oturmaya yelkeniyorlardı ki Hakim Alçık’ın azarlayan müdahalesi salonu kesiyor. Hakim avukatların öne oturmasını değil, arkadaki seyirci sıralarına gitmesini istiyor. Hatta istemiyor, adeta emrediyor! Doğal olarak avukatların buna itirazı oluyor. Yargılamada silahların eşitliği ilkesi daha başından deliniyor.

Avukatların itirazına kızan hakim daha duruşma başlamadan ara veriyor. Hakim bir tür “otoritem üzerine otorite tanımam” havası yayıyor. Bu tutum elbette bizim de tepkimizi çekiyor. Hakim duruşma boyunca adaletten ziyade iktidar tesisiyle görevlendirilmişlere has davranışlardan taviz vermiyor; gergin, kızgın ve dayatmacı! Gardını almışlara has bir edayla bakıyor.

Allah sonumuzu hayreylesin, diyerek mahkemeye dahir oluyoruz. Hakim Alçık’ın daha başlamadan sergilediği gerginliğin bir tercih olduğunu düşünüyoruz. Mahkemeyi germe politikası uygulayacağına dair pek çok veri sergiliyor.

İlk gerginlik avukatların izleyici bölümünde, ayakta kalmayı kabullenmesiyle gideriliyor. Tekrar başlayan duruşma, bu defa da mikrofon ve kayıt yokluğu nedeniyle sorunlu ilerliyor. Daha önce benzer davalarda mikrofon ses-görüntü kaydı yapılırken bu defa yapılmıyor. Tek görüntü aleti emniyet kamerası! Buna rağmen yapılan konuşmalar birkaç talep dışında tutanağa aksettirilmiyor. Mikrofonsuz konuşanları ne bizler ne izleyiciler duyuyor. İtirazları hakim Alçık, “duyuyor” diyerek kestirip atıyor.

Duruşma yoklamayla başlıyor. Önce tutuksuz arkadaşların isimleri okunuyor. Onlarsa ya “ez livir im” ya da “ez îtaro” sözleriyle yanıtlıyor. Sıranın bize gelmesini bekliyoruz. Anadilimizde ilk defa bir mahkemede “buradayım-ez livir im” diyeceğiz. O da ne? Hakim hiçbirimizin ismini okumuyor. “Tutuklu sanıkların geldiği görüldü” diye tutanaklara geçiriyor. Sabredelim, diğer oturumlarda yoklamamız yapılır diyoruz. Garipliği es geçiyoruz. Ama o günü “ez livir im” diyemeden bitiriyoruz.

Usul tartışmalarıyla başlayan duruşmada ilk sözü alan arkadaşımız Ertuş Bozkurt’un Kürtçe başladığı konuşması daha ilk cümlede hakim tarafından kesiliyor. Hakim öfkeyle “Madem Kürtçe konuşacaktı neden söz veriyoruz” diye bağırıyor.

Gerginlik üzerine ben kalkıyorum. Arkadaşlarım adına bu defa Türkçe olarak mahkemeye bundan sonra anadilimizin dışında konuşmayacağımızı deklare ediyorum.

“Dil kimliktir. Bir yerde dilin inkarı varsa orada kimlik inkarı vardır. Kimlik inkarının sonu ise açıkça soykırımdır” deyip mahkemeyi hatadan dönmeye davet ediyorum. “Ne 12 Eylül’ün sembolik günahlarından olan ‘Vatandaş Türkçe konuş’ dayatmasına ne de düşünce ve ifade başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin düşmanı olan 12 Eylül 1980 darbesinin güncel tezehürü olma riskine prim verin. İşe en doğal insan hakkı olan anadilde savunma hakkını kabul ederek başlayın!” çağrısında bulunuyorum. Ne var ki 5 gün sürmesi gerekirken iki buçuk gün süren duruşmalarda mahkeme 12 Eylül’ün ruhuna esir olduğunu gösteren sayısız örnek sergiliyor.

İkinci gün de usul tartışmalarına sahne oluyor. Avukatlar; son yapılan yasal değişiklikle Özel Yetkili 15. Ağır Ceza’nın yargılama yapma hakkı olmadığını, iddianamede ırkçı öğelerin yoğunluğunun iddianamenin geçersizliğini ortaya koyduğunu ve iddianamenin yasal olmayan delillerden oluşturulduğunu, gazetecilik faaliyetlerinin suç teşkil etmediğini... vs. öne sürerek mahkemenin görevsizliğine işaret ediyorlar. Dava dosyasının iadesini istiyorlar. Ama nafile heyette tık yok. Akşama doğru Baran Doğan’ın söz hakkı istemesiyle yeniden tırmanan gerginlik bu defa giderilir gibi değil. Söz alan avukata mahkeme başkanı Alçık ısrarla söz vermeyeceğini, Baran’ın daha “dün” konuştuğunu tekrarlayıp duruyor. Avukat arkadaşları adına konuşma isteğini ileten Baran Doğan’a hakimin sert tutumu karşısında diğer avukatlar da, mahkeme başkanının anti-demokratik, mahkemeyi geren, hukuken sorunlu olan davranışlarına işaret ederek tartışmanın eksiksiz tutanağa geçmesini istiyor. Hakimin kendine göre tutanak yazdırması ve bir kadın avukata bağırarak çıkışması bardağı taşırıyor. Salonda bulunan herkes hakimin davranışını protesto alkışında bulunuyor. Buna daha da öfkelenen hakim ve mahkeme heyetinin duruşma salonunu terk etmesiyle, ikinci gün de bitiyor.

Mahkeme heyetinin tutumu karşısında adalet beklentimiz parçalandıkça parçalanıyor.

Üçüncü günü hem kimlik yoklamamızın yapılması, hem de mahkemenin normalleşmesi umuduyla karşılıyoruz. Ama öyle olmuyor. 12 Eylül anısına siyah kıyafetlerle salona girdiğimizde seyircilerin mahkeme kararıyla duruşmaya alınmadığını öğreniyoruz. Hakim tutumundaki zorlayıcılığı, kışkırtıcılığı dikkate almadan, gösterilen protestolar için de soruşturma açıyor sürekli.

Yine de sabırla bekliyoruz. Av Baran Doğan’ın ikinci gün gaspedilen hakkının bu defa iade edileceğini umuyoruz. Öyle olmuyor. Hakim Alçık iki gündür gelen tepkileri değerlendirmek için 15 dakika ara veriyor. Biz de arayı aylardır görmediğimiz arkadaşlarımızla, dostlarımızla konuşmaya çalışarak dolduruyoruz. O anı birbirimizi son defa gördüğümüzü bilmeden geçiriyoruz. Tutuklu erkek arkadaşlarımızda gözlemlediğimiz aşırı kilo kaybından ve bakışlarına sinmiş hüzünden F Tipi mapusluğu da anlamaya çalışıyoruz. 9 ayda kim ne kadar değişmiş muhabbetleri yoğun yapılsa da, herkes birbirine moral vermeyi, gülen bir çehreyle bakmayı elden bırakmıyor. Her şeye rağmen güçlü duruyorlar...

15 dakika sonra kararını açıklıyor. Anadilde konuşma, tercüman bulundurma, ses-görüntü tesisatını kurma, seyircileri içeriye alma vs. tüm taleplere ret!

Bunun üzerine avukatlar adına söz alan Sinan Zincir, mahkemenin kararını eleştirerek, figüran olmayacaklarını, savunma yapma koşullarının kalmadığını içeren anlamlı bir konuşma yapıyor. Yine bir 12 Eylül gününde, 12 Eylül zihniyetinin nasıl nüksettiğine değinerek o gün için mahkemeyi terk ederek durumu protesto edeceklerini açıklıyor.

Avukatların salonu terk etmesi üzerine hem onlara destek için, hem de mahkemenin demokrasiden uzak ve adalet beklentisini zedeleyen kararlarına tepkimizi göstermek için ağzımızı siyah bantlarla kapatıyoruz ve mahkemeye sırtımızı dönerek alkışlıyoruz. Mahkemenin yanlıştan dönmesi için başka bir koşula da açıkçası sahip değiliz. Avukatların ve bizlerin barışçıl protestosu ardından hakimin öfkeli bağırtıları ve askerlerin gereksiz yönelimiyle ortam daha çok geriliyor. Askerler ve hakim bizlerin daha masumiyet karinesine sahip yurttaşlar olduğumuzu unutmuşa benziyor. Neyse ki duyarlı tutumlarımız sayesinde kötü sonuçlar yaşanmadan salondan çıkıyoruz.

O günü de yoklamamız yapılmadan, kimlik bildiriminde bulunmadan, “ez livir im” diyemeden kapatıyoruz. Öğle saatlerinde getirildiğimiz cezaevinde ise duruşmamızın durdurulduğunu, davanın 12 Kasım’da Silivri’de görülmek üzere ertelendiğini öğreniyoruz.

Biz öğrenmeden onlar nereden mi öğreniyor. Yerel bir radyodan! Kararı yüzümüze okumaya bile lüzum görmeyen bir mahkeme haliyle karşı karşıya bulunuyoruz.

Velhasıl, Türkiye tarihine 44 gazeteciyi yargılayan mahkeme olarak geçecek olan 15. Ağır Ceza heyeti, aynı zamanda kimlik bildirimleri aşamasına bile geçmeyi beceremeyen, ilk duruşmayı ortada kesen, demokratik yargılama hususlarına tahammül edemeyen, garipliklerle dolu bir duruşma heyeti olarak hukuk kitaplarına geçmeyi şimdiden hak etmiş bulunuyor.

Peki tüm bunları merkez basın nasıl gördü? Hiçbir biçimde görmedi! Anlaşılan onların tarafsız ve özgür basın ilkesini sahiplenmek gibi bir dertleri bulunmuyor. Meslektaşlarını ve meslek onurlarını sahiplenmek gibi bir dertleri bulunmuyor. Adalet dertleri ise hiç yok! Yazık!..

Yüksel GENÇ - Özgür Gundem

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.