22 Kasım 2024
  • İstanbul15°C
  • Diyarbakır14°C
  • Ankara13°C
  • İzmir20°C
  • Berlin3°C

BİR “ÖZGÜR GÜNDEM” HİKAYESİ

Yılmaz Odabaşı Günlük gazetesinde kendisiyle ilgili yayınlanan Doğan Dursun imzalı yazıya yanıt verdi.

Bir “Özgür Gündem” Hikayesi

18 Eylül 2010 Cumartesi 20:08

Yılmaz Odabaşı, ‘Güneydoğu'da Gazeteci Olmak’ adlı kitabında
yaz(a)madıklarını yazdı:
 

Yılmaz Odabaşı Günlük gazetesinde kendisiyle ilgili yayınlanan Doğan Dursun imzalı yazıya yanıt verdi. Odabaşı yazısında, insanların bir yazıyla evden çıkamaz hale geldiğine, bir başka yazıyla ise kahraman olarak gösterildiğine dikkat çekiyor.

Yılmaz Odabaşı

20226
Bugün “Günlük” adıyla yayınlanan gazetenin ”Özgür Gündem” adıyla 30 Mayıs 1992’de yayınlanması, 12 Eylül’ün Kürt halkının üzerinden tank paletleriyle gelip geçtiği ve binlerce faili meçhul cinayetin kanlarının henüz soğumadığı o evrede, Olağanüstü Hal coğrafyasında yaşayan bizler için çok anlamlıydı…

O günlerde baskılardan, ekonomik sorulardan dolayı Diyarbakır’daki kitabevimi kapatmış, Gülay Göktürk yönetimindeki Aktüel Dergisi’ne ve İlnur Çevik yönetimindeki Turkish Daily News Gazetesi’ne bölgeden Türkiye medyasında ses getiren haberler yapıyordum.

Bölgede bazı korucu ailelerinin polisle, askerle işbirliğiyle silah kaçakçılığı yaptığı haberini belgeleriyle yayınladığım için tehdit aldığım günlerdi.”Güneydoğu’ya Çöken Kabus Hizbullah” haberim için deşifre ettiğim isimlerin öfkeden çıldırdığı, “Siverek’te Bucak devleti” başlığıyla Mehmet Ağar’ın Bucak aşiretine gizlice bin adet büyük silah dağıttığı haberini yayınladığım için beni telefonla arayan Celal Bucak ve bazı Bucak aşiretİ mensuplarının “bana hesap soracakları”na dair telefon tehditlerini sürdürdükleri günlerdi. Gerilla diye kaçakçı köylülerin vurulduğunu vb. O-Hal basın bültenleriyle hep çelişen haberler yazdığım için bölgede kontrgerillanın ve bölge Valisi Ünal Erkan’ın kara listelerinde siluetimin netleştiği günlerdi.

“Hipokrat Yemini Suçluları” başlığıyla yaralı gerillaları tedavi ettiği için tutuklanıp yargılanan sağlık çalışanlarının ve halen bu nedenle hapishanelerde olan doktor, sağlık memuru ve hemşirelerin listesini yayınladığımda, Türk medyasının ve Türkiye’deki sağlık örgütlerinin haberimi kaynak göstererek yüksek sesle tartışmaya başladığı günlerdi. Aczmendiler’i ilk kez Malatya’da bulduğum ve fotoğraf çektirmedikleri için geniş açıyla gizlice çektiğim fotoğraflarının Aktüel’de flaş haberle kapak, Turkish Daily News’te manşet olduğu ve o yıllar logosu kırmızı olan Zaman Gazetesi'nin beni birinci sayfadan hedef gösterdiği, yani arı kovanlarına çomak soktuğum günlerdi...

Bölgede bir ofisim, kendime ait bir faksım bile yokken, tek başıma evimden Aktüel Merkezi’nde çalışan otuz kişinin, Daily News adına çalışan kırk kişinin haberleri arasında sık sık kapak ve manşetlere taşınan pek çok haberimle, Türkiye medyasını ve köşe yazarlarını sesli düşünmeye mecbur bıraktığım günlerdi. Bu haberlerin ve yankılarının birçoğu halen arşivimde duruyor. Hatta Daily News adına bölgeden açıkladığım anketler bile medyada büyük sansasyona neden oluyordu. (Örnek için bkz. web sitemdeki “Zamanın vicdanına güvenmek” adlı yazım.)

Özgür Gündem”in henüz yayınlandığı o günlerde, (“halen karanlık” duran ve şimdilerde bir Ergenekon savunmanı olan) Yalçın Küçük, Kürtler adına çıkarılan bu gazetenin başına -nedense? - getirilen isimlerden biriydi. Aynı günler bana ulaşan bir haberle Özgür Gündem’e başlamam” önerildi. Ben ise, Kürtlerin uzun yıllardan sonra bir günlük gazete çıkarmasını büyük bir heyecanla izlediğimi söyleyerek “biraz süre” dedim. Zira, o haberlerle, hem vicdani bir görev ifa ediyor hem babamın ikinci evlilik yapıp Van’a yerleşmesinden sonra üzerime miras bıraktığı üç kardeşim okutuyor, onların ev kiraları dahil bütün sorumluluklarını taşıdığım için, biraz olsun ekonomik dengeler sağlayıp “Özgür Gündem’e başlamayı düşünüyordum.

Çünkü Turkish Daily News Gazetesi’nde kadrolu çalışıyor ve yayınlanmış birkaç şiir kitabımın henüz pek satmadığı o yıllar, bu gazetenin bana ödediği maaş ve Aktüel’deki telif haberlerle sicili bozuk bir adam olarak yaşamımı idame ediyordum; kendi adıma özveride bulunabilirdim, fakat babaları ve hiçbir akrabamın ilgilenmediği üç çocuğun ve annemin yaşamsal güvencesini sağlamaktan da evin büyük çocuğu olarak ben sorumluydum.

Özgür Gündem” için “biraz süre” dedikten sonra, önceki günlerin Marksisti, dünün PKK'lisi, bugünün Ergenekoncusu, yarın kim bilir neyin nesi Yalçın Küçük, gazetenin bir toplantısında:”Gerilla taktiğidir; önce vur, sonra yanına çek; siz de öyle yapacak, önce Yılmaz Odabaşı’yı bölgede artık gazetecilik yapamayacak, insan içine çıkamayacak kadar aşağılayacak bir yazı yazacaksınız!” demiş.

Bu yazı gecikmedi ve “Özgür Gündem”in henüz yayınlandığı o günler, daha önce haftalık çıkan ve yayınını sürdüren “Yeni Ülke” Gazetesi’nde M. Ruken imzasıyla hakkımda çok aşağılayıcı bir yazı yayınlandı. Beni “basın tekellerine satılmış, aşağılık bir adam” gibi anlatan, sanki Aktüel Dergisi ve Daily News Gazetesi –üstelik o yıllar, 1992'de- bölgeye ilişkin haberlerinde “Kürdistan” ifadesini kullanıyormuş da, sanki bir ben Güneydoğu nitelemesini kullanmıyormuşum gibi:” Yazdığı haberlerde Kürdistan’ı Güneydoğu olarak Telaffuz eden hain Odabaşı, “gibi cümlelerle dolu o yazı:” Sana Aktüelin renkli sayfaları gibi renkli ömürler çıkarırız!” diyen bir tehditle sona eriyordu. O günler Diyarbakır’da dışarı çıktığımda, on beş on altı yaşında çocuklar bile, “bak, bu haindir, hain geçiyor, satılmış gazeteci,” diye beni parmaklarıyla gösteriyorlardı...

Yalçın Küçük gibi adamlara yetki verip bizimle, -sonunda bir gün sizinle de- böylesine oynayabilmesinin nedeni siz değil miydiniz? Nerede özrünüz?

O günler girdiğim bir kahvede, kafeteryada kimi insanlar, bölgeden bütün Türkiye’ye ayna tutan ve iki yıl sonra muhalif bir gazeteci örgütü olan Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin bana “yılın gazetecisi” ödülünü vermesine de vesile olacak o önemli haberlerim için, hakkımda yazılan o yazıdan dolayı bana sanki bir itirafçıymışım gibi davranıyorlardı. Çok gençtim, bunları kaldıramıyordum...

Arşivim de ömrüm gibi dağınık; şimdi bu yazıyı bulup burada yayınlamayı gerekli görmüyorum. Zira bu yazıyı yazan arkadaşımız, tam on dokuz yıl sonra soyluluk göstererek benden özür diledi. Aşağıda o özrü de yayınlıyorum. Şimdiyse pek çok insana olduğu gibi ona da bir kırgınlığım yok. Çünkü ben, yıllarca hep ”ne kadar yaralandığım”a değil, kendimden ötesini ”ne kadar yaraladığım”a bakmaya çalıştım hep…

Hakkımda yazdırdığı yazıdan sonra Yalçın küçük, beni yeterince sindirmiş, irkiltmiş olacağını ummuş olmalı ki, vurulmasını sağladığı darptan sonra birilerinin Diyarbakır’a giderek gazeteye biat etmemi buyurmuş. Bütün bu olanlardan beş yıl önce, kendisini Diyarbakır’a bir imza günü vesilesiyle misafir edip başımın üzerinde ağırladığım Yalçın Küçük, bir akşam kendisiyle Diyarbakır'da bir restoranda otururken, içeri giren sivil polis memurlarının kimlik kontrolünde Kıbrıs gazisi kimlik kartı çıkarmış ve polisler gittikten sonra en az on beş dakika taşıdığı gazi kimlik kartıyla o denli övünmesinden bile, onun iflah olmaz bir neofaşist olabileceğini anlamamıştık(!) 

O gazetede hakkımda bu aşağılayıcı, dışlayıcı ve itham edici o çirkin yazıya rağmen, bir hafta kadar sonra “Yeni Ülke”nin yönetmenliğinden “Özgür Gündem” Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği’ne getirilen ve kendisi de O-Hal Valisi Ünal Erkan’ların kara listesinde bulunan Şükrü Gülmüş, faili meçhullerin, gazeteci cinayetlerinin Diyarbakır'da kol gezdiği o gergin günlerde bir uçakla sessizce Diyarbakır’a, oradan da gazetenin evimi bilen bir muhabiriyle ben evde yokken Diyarbakır’daki evime gelmişti. Evde kardeşlerimle kalan annemle Kürtçe sohbete koyulmuşlardı. Günün battığı saatlerde eve geldiğimde, içeride annemle sohbet eden gazete muhabiri Salih ve yayın yönetmeni Gülmüş’ü görünce doğrusu çok şaşırmıştım.

 Şükrü Gülmüş, “Özgür Gündem’e başlayacaksın Heval!” diyordu: 

“Sen bireysin, bizimle pazarlık şansın yok, biz bir kurumuz,” diyordu.

“Bak, Avrupa’da bir köy korucusu Mahmut Baksi diye bir yazı yazdık; öyle biri kalmadı, bitirdik, ipini çektik. Senin için de böyle bir yazı daha yazarız!” diyordu apaçık... 

Tam da iki gün önce Turkish Daily News Gazetesi'ne, Kulp olaylarını ve orada otelinde diri diri yakılan Narin Otel’in sahibi Halit Narin’in yakılmış görüntülerini ve daha pet çok olayın ayrıntılarını, Halit Narin’in yanmış kemiklerinin slaytlarına kadar pek çok belgeyle göndermeme rağmen o haberim yayınlamamıştı. Bu olay için Daily News Gazetesi adına aynı helikopterde Kulp'a birlikte gittiğim dönemin Başbakanı Erdal İnönü, İçişleri Bakanı İsmet Sezgin ve bakan Mehmet ... . da, Kulp olayları hakkında medyaya -oraya bizzat gelip her şeye tanık olmalarına rağmen- hiçbir açıklama yapmamışlardı. Haberim Daily News'te hasıraltı edilmişti. Bu haberin böylece buharlaşması, Kulp’ta bunları mutlaka yazın diye yalvarırcasına feryatlarına “söz” verdiğim insanlara karşı da beni yıkık, mahcup bırakmıştı. Bu olayla Daily News’te çalışma heyecanımı büyük oranda yitirmiştim. 

Peki dedim Şükrü Gülmüş’e: “On gün önce beni bu denli aşağılayan bir yazı yayınladınız. Şimdi ben bu gazetede yazmaya başlarsam, hangi yüzle yazacağım ve siz yazdıklarımı nasıl yayınlayacaksınız? Daha dün küfrettiğiniz bir adamın gazetenizde yazmasını üstelik okurunuza nasıl açıklayacaksınız?” 

“O telafi edilir,” dedi: “Onu bize bırak sen, merak etme.”

“Yahu beni bu kadar aşağıladıktan sonra nasıl?” dedim. 

“Görürsün!” dedi o da.

  “O halde telafi edin, sonra düşüneceğim!” dedim. Onurumu kurtarmak, halkımın çocukları önünde bir an önce aklanmak istiyordum. Olmadığım biçimde bilinmek, anılmak benim için katlanılır gibi değildi... 

Çıkıp gittiler. İki gün sonra Özgür Gündem Gazetesi’nin arka sayfasında upuzun bir yazı yayınlandı. “Ölüme de Tilili Diyen Şairimiz!” başlığıyla boydan bir fotoğrafımın da kullanıldığı o yazı, dönemin Özgür Gündem Diyarbakır temsilcisi, dostum ve ağabeyim Raif Türk tarafından yazılmıştı. Raif Türk ile aramızda her zaman, -gazeteden önce de- bir dostluk bağı vardı. Fakat yazının yayınlanma tarihi, aleyhime yazılmasının on ila on beş gün sonrası tekabül etmesi çok manidardı. Raif Türk, sevdiği bir kardeşi lehine bir şeyler yazarak beni onurlandırırken, gazetenin yönetimi ve Şükrü Gülmüş ise, eski yazının oluşturduğu hasarı onarmayı gözetiyorlardı.

Şimdi arşivimde arasam bulabileceğim o yazının ilk cümlesini hiç unutmuyorum: “Karacadağ’dan son kuşlar da göç ettiler; fakat ‘ölüme de tilili’ diyen şairimiz Yılmaz Odabaşı, halen Diyarbakır’da(…)” diye başlayan uzun bir yazıydı. Raif Türk, gazetenin sadece maaşla çalışan temsilcisiydi; birtakım örgütsel bağların içinde biri değildi. 

Bu yazıyla birlikte ben, on gün önce evden çıkamazken, Diyarbakır’da birden “ölüme meydan okuyan cesur, namuslu şair!” olmuştum. Yazıyı okuyan dostlarım telefonla arayıp kutluyorlardı. Yeniden halkımın namuslu şairi ilan edilmiştim. Onların elindeydi yazgımız; isterlerse akşam uyurken hain, sabah uyandığımızda ise bir kahraman yapabiliyorlardı bizi(!) Ne acıydı ki okur da nesnellikten, gerçeğe tam nüfuz etmekten uzak kalabiliyordu... 

Bu onarıcı yazının yayınlanmasından sonra Kulp, olaylarıyla ilgili haberimin de yayınlanmamasını gerekçe göstererek Daily News’ten istifa ettim. (Aynı haberi o dönem Aktüel’e de göndermiştim. O dönem Aktüel Editörü Reha Mağden, yazıyı yayına koyduğu halde haberin son anda, dergi basıya girerken çıkarıldığını söylüyordu; Reha’yı aradığımda: “Ben haberi hazırladım, fakat çıkardılar. Yukarıdakiler çıkardı, patronlar” diyordu…)

Daily News ve Aktüel Dergisi ile ilişkimi kestikten sonra, Özgür Gündem Gazetesi’nin arka sayfasında yayınlanan “İyi Hal Kağıdı” adlı köşede Muhsin Kızılkaya, Cezmi Ersöz ve İskender Savaşır’la birlikte dönüşümlü yazmaya başladım ve arada Ümit Mola imzasıyla da bazı haberler, fotoğraf altlıkları geçiyordum. Bunların tümü de yayınlanıyordu.

 Bu arada Gazetenin Diyarbakır temsilcisi Raif Türk’le konuşmuş, üç çocuk baktığımı, Daily News’ten istifa ettikten sonra hiçbir gelirimin kalmadığını ve gazetenin hiç değilse ev kiramın karşılığı kadar bir ücret ödemesi gerektiğini söylemiştim. Daily News ve Aktüel’de aldığım ve kardeşlerimin yaşamını, öğrenimlerini idame ettirdiğim iyi ücretlerin yanında sembolik sayılabilecek bir ücret almam konusunda Özgür Gündem’le anlaşmıştık.

 Diyarbakır’da gazeteci cinayetleri sürüyordu. En çok da gazetenin muhabirleri katlediliyordu. Son olarak çocukluğundan beri -abisini de- tanıdığım, önce 2000’e Doğru Dergisi’ne, oradan Özgür Gündem’de çalışmasına vesile olduğum Mehmet Şenol ve çocuk yaşta girdiği hapishaneden yeni çıkan, çıktığı gün karşılayıp bir restorana götürdüğümde anlattıkları beni ağlatan Hafız Akdemir, Ceylanpınar'da yazar arkadaşım Hüseyin Deniz, -geride iki çocuk bırakarak- katledilmişlerdi. Ben de gazete çalışanıydım, gazete tarafından korunmuyordum, böyle bir talebim de olmamıştı. Her gün evimin önünde siyah araçlarda birtakım karanlık adamlar nöbet tutuyor, evden çıktığımda çoğu zaman beni izliyor, telefonlarımı dinliyor, bazen de açıp “Özgür Gündem’de çalışan, yazan topunuzu geberteceğiz o. çocukları!” diyen tehdit telefonları savuruyorlardı. 

Bunlara rağmen “ceketimden başka kaybedecek bir şeyim yok!” diyerek Diyarbakır sokaklarında yazılarımın yayınlandığı Özgür Gündem gazetesi koltuğumun altında dolaşıyor, birkaç günde bir gazetenin Diyarbakır bürosuna uğruyordum. Bu arada gazetenin başına bu kez yayın yönetmeni olarak benim daha önceki yıllar özel bir yakınlığım, iletişimim olan Yaşar Kaya getirilmişti. 

Ne var ki o gazetedeki yazarlık serüvenim bir ay sürebildi fakat. Bir ay kadar sonra gelen bir telefonda Yaşar Kaya, o dönem elli bin gibi ciddi tiraja ulaşan gazetenin kapatılması kararından söz ediyor ve: “Bu gazetede hiçbirinizin hakkı yok; biz siyasal bir gazete yapamadık!” diyordu. 

Gazete, yukardan gelen bir emirle birdenbire kapatılmıştı. Nedenini bilmiyordum. Sonra öğrenecektim ki, “gazetede sadece PKK’lilerin yazması, bu gazetenin gerçek anlamda bir entelektüel gazetesi değil, tamamen PKK çizgisinde yayın yapması gereken bir gazete olması gerektiği,” söylenmiş; bunun ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum. Benim işittiğim buydu. 

Bu kararla birlikte, aynı günler Yalçın Küçük, yurtdışına gitmek kararı aldığını açıkladı ve gitti. Yaşar Kaya dönemin HADEP Genel Başkanlığı’na getirildi. (Sonraki yıllarda o da dünün pek çok ateşli savunucusu gibi bu siyasal yapıyla bağını kesti.) Özgür Gündem, konuştuğumuz gibi bir aylık çalışmamın sonunda aylık kiramı “bütçe olmadığı” gerekçesiyle ödememişti. İşsiz kalmıştım. Evimde, elimde yazı makinem dışında tek satılabilir tek şey, Daily News Gazetesi’nden kalan Minolta marka ve o yıllar pahalı olan kaliteli bir fotoğraf makinesiydi. 

Bu makineyi elime alıp Diyarbakır’da başka gazete bürolarında satmaya kalkarsam, kuşkusuz “ortada mı kaldın da makineni satıyorsun!” diye birileri bana güleceklerdi. Makineyi alıp “Özgür Gündem” bürosuna gittim. Gazetenin mali işlerine bakan Hasan adlı biri vardı; bu makineyi satmayı düşündüğümü, yardımcı olup olamayacaklarını sordum; o da diğer odaya geçip arkadaşlarına danıştı ve o makineyi piyasa fiyatının yarısına satın almayı hemen kabul etti, o an ödemesini yaptı. Maaşımı ödememişlerdi, fakat sözüm ona olmayan bütçeyle o Minolta makineyi maaşımın üç misli ücretle peşin alabilmişlerdi... Bu makinenin Hasan adlı gazetenin idari görevlisi tarafından satın alındığına gazetenin o dönem Diyarbakır temsilcisi Raif Türk de tanıktır. Fotoğraf çekmeyi çok seven biri olarak makinemi orada bırakıp gitmek, doğrusu çok kanıma dokunmuştu. Nitekim sonraki on yıl bir daha öyle bir fotoğraf makinesine de sahip olamayacaktım... 

O fotoğraf makinesinin parasıyla evimizin o aylık kirasını, yakıt, aidat giderlerini, kardeşlerim için birikmiş market borcumuzu karşıladım. Artık işsizdim. Artık kardeşlerimin, annemin yaşamını idame etmemin koşulları kalmamıştı, polis sürekli peşimdeydi, yargılandığım açık dosyalar vardı. Faili meçhul cinayetler sürüyordu ve her an beş parasız öldürüldüğümde, kardeşlerimin, annemin yapayalnız kalacak olmaları beni çok kaygılandırıyordu. Bir sonraki ay kiramı ödeyecek, çocukları okula gönderecek durumda da değildim. 

On beş gün kadar sonra bir gün ikinci el pazarından bir adam getirip evdeki bütün eşyaları yok pahasına sattım, o eşyaların parasını annemin avucuna mahcubiyetle tutuşturup, annemi Diyarbakır’ın Çermik ilçesine bağlı köye, dayım Necip'in evine gönderdim. Çocukları da üzülerek, acı duyarak üvey annelerinin eline, babalarına teslim ettim... 

Ben ise sokakta kalmıştım. Polis hep peşimdeydi. Üstelik öldürülsem, ölümümü yazacak bir gazetem de yoktu artık. O yıllar Türkiye'deki basın tekelleri bölge haberlerine çok sınırlı yer ayırıyor, birçok cinayet gazetelerin sütunlarına hiç yansımıyordu bile. O günler Ankara’ya kaçtım. Petrol-İş Sendikası’nın şiir ödülünü aldığım günlerdi ve kendisi de bir sendika başkanı olan dostumuz Yaşar Seyman Hanım, bana Ankara Petrol-İş Misafirhanesi’nde ücretsiz yer ayırtmıştı ve ben orada iş arıyordum. Dönemin Çankaya Belediye Başkanı Doğan Taşdelen ile görüşmüştüm; beni basın danışmanı olarak almaktan söz ediyor, fakat beklediğim süreyi uzatıp duruyordu... 

Annemi gönderdiğim dayım Necip Odabaşı, o dönem PKK’nin Çermik sorumlusuydu. Evine gizlice gelip gidebiliyor, sonra yine gizlice dağlara dönüyordu. Dayımın karısı Xaco, aynı zamanda halamdı. Bu arada Ape Kamil lakabıyla anılan gerilla komutanı Dayım, o dönem askerler tarafından bir pusuya düşürülerek pek çok akrabam gibi PKK saflarında öldürüldü. İşte PKK sitelerindeki ”Şehit” dağarcığındaki dayım künyesi: 

20225Adı Soyadı: Necip ODABAŞI
Kod Adı: Apê Kamil
Baba Adı: Hüseyin, Ana Adı: Telli
Doğum yeri ve tarihi: 1951, Başarı Köyü / Çermik
Şehadet yeri ve tarihi: 14. 09. 1996, Yukarıkaya Köyü / Silvan
Görevi: Komutan

O köyde Necip dayımın eşi Xaco Halam ve annem bir yıl birlikte yaşadılar. Civardan gelip geçen gerillalar, rahmetli dayımın eşinin, yani Xaco halamın evine geceleri gizlice, topluca uğradıklarında, annem ve halam aylarca onların giysilerini yıkadılar, karınlarını doyurdular…Bütün bunlar olurken “Özgür Gündem” Gazetesi, bir iki ay sonra yeniden yayınlandı. Bir PKK’li olmadığım için, beni iki ay önce gazetelerine ısrarla çağıranlar, yeni dönem çıkan gazetede bulunmam için herhangi bir öneride bulunmadılar...

Daha önce Diyarbakır Askeri Cezaevi kapılarında çok travma yaşamış olan anam, Diyarbakır’a döndükten sonra, henüz elli dört yaşında yaşama veda etti. Siyasal tansiyonun çok yüksek olduğu o atmosferde bütün çabalarıma rağmen altı yıl bakabildiğim küçük kardeşlerim, onları gazetenin kapanmasından sonra üvey bir anneye gönderdiğim için beni hiçbir zaman affetmediler...

Ben o dönem bölgeden gümbür gümbür ses getiren Daily News ve Aktüel haberlerimle sağladığım başarı ve populiteyi, başka basamaklara yönelerek birtakım rantlara tahvil etmeye hiç niyet etmeyerek, halkımın çocuklarının çıkardığı bir gazetede çok sembolik bir ücretle çalışmayı ve gerekirse orada ölmeyi yeğlemiştim oysa ve bu tercihimde de yalnız kalmıştım...

Örneğin, o dönem benimle birlikte Aktüel’de çalışan muhabirler ve birlikte çalıştığım pek çok insan, bugün Türkiye medyasında önemli –fakat benim için gerçekten anlamı olmayan-yerlerdedirler. İsteseydim ben de oralara sıçrar, hiç değilse ”Sabah” gibi çok tirajlı bir gazetede demirbaş bir köşe yazarı olurdum. Fakat hiç böylesi niyet ve amaçlarım olmadı.

Daily News Gazetesi’nde patronum İlnur Çevik, bugün Irak’ta federal Kürt bölgesinde büyük yatırımlara sahip bir işadamıdır. Daily News Gazetesi’nde aynı dönem muhabirlik yaptığım Murat Yetkin, halen Radikal Gazetesi Ankara temsilcisidir. Dönemin Diyarbakır Özgür Gündem Temsilcisi Raif Türk, bugün Diyarbakır’da yüzlerce kişiyi istihdam eden bir fabrikanın sahibidir vb.

Fakat ben, sadece bu halkın şairi kalmayı, geri zekalı olduğum için değil, bir tercih yaparak taammüden (bile bile) seçmiştim.

İsteseydim, “sizinleyim,” deyip, Yaşar Kaya'dan sonra Özgür Gündem'in yayın yönetmeni de olabilirdim. Son olarak DTP'nin kuruluş aşamasında partiye aktif katılmam, istersem -”üyeler seçerse, “ denilerek- genel başkan adayı olmam ve partinin kuruluş bildirgesini medyada benim okumam için ciddi kanallardan gelen öneriyi de reddetmezdim. Parti kurulduktan sonra Sırrı Sakık, hiç olmazsa ”seni parti meclisine yazalım,” diyerek beni iki kez telefonla aradığında, “hayır” demeyebilir, istesem bugün ben o BDP Milletvekillerinden biri de olurdum...

İstesem, o camiada kimsenin bana gözünün üzerinde kaşın var diyemeyeceği bir konumda ve bugün Doğan Durgun gibi çukur adamların o gazetede istedikleri gibi hakaret edebilecekleri bir yazı adamı olmak yerine, böylesi adamların da yöneticisi, yani bir baltaya sap veya bir sapa balta olabilmeyi, halkının bağımsız ve her şeye nesnel bakmaya çalışan bir şairi olmaya tercih edebilirdim. Elbette edebilirdim. Ama etmedim!Doğru bulmadım ve istemedim. Fakat en zor zamanlarda desteğimi, vefamı Kürtlerden de, o camiadan da hiç sakınmadım. Arşivim hariç, şu an internete baktım, örneğin:

DTP Kapatılamaz Basın Açıklaması Yapıldı

DTP Kapatılamaz İnisiyatifi, bugün İstanbul’da yaptığı basın açıklamasıyla, DTP’nin kapatılmasına karşı olduğunu ve bu süreçte partinin kapatılmasını engellemek için çeşitli etkinliklerde bulunacağını duyurdu. Açıklamayı İnisiyatif adına, İnisiyatif Sözcüsü Zeynep Tanbay yaptı. Açıklamayı imzalayanlar:

 (... ) Yıldıray Oğur (Gazeteci), Yıldırım Kaya (Eğitimci-sendikacı-siyasetçi), Yılmaz Demiral (Tiyatrocu), Yılmaz Odabaşı (... )

---------------

Özgür Gündem Kapatılamaz!” kampanyasında aralarında Yaşar Kemal ve Yılmaz Odabaşı'nın da bulunduğu 338 kişi vardı... Yeni Ülke, Özgür Gündem, Özgür Ülke ve Yeniden Özgür Gündem gibi…

-----------------

Örneğin, 1996'da “Hadep'e yapılanlar barbarlıktır!” dediğim için Ankara'da yargılandım; duruşmalara tek başıma gidip geldim, değil bir avukat göndermek, bir kez telefonla bile bu davanın akıbetini soran olmadığı gibi, bunu haber bile yapmadılar. Bütün bunların kanıtlarını sunarım.

 u yüzden mi bugün Günlük Gazetesi, benim için “fırsat düşkünü” diye yazı yazılmasına- sırf referanduma evet dediğim için- müsamaha gösteriyor? Hangi fırsat; nerede, nasıl bir fırsat? Kürtler için, sizler için(de) ömrümce yaşadığım yoksulluklar, işkenceler, yargılanmalar ve mahkumiyetler miydi fırsat?

Ben hiçbir saçağın altına girmeden sadece onuruyla yaşamımı idame etmeye çalışan ve isteyerek, bilerek bu tercihte oturan bir sokak şairiyim hala. “Yılmaz Odabaşı Kürt rantı yiyor!” diyen Türk aydınları ve edebiyatçıları dahil kim, hangi hakla bana neyin rantını, nasıl yediğimi sorma hakkına, cüretine nasıl, hangi kanıtla sahip olabilirler ki?

Yıllarca “Kürtlerin rantları olsa kendileri yer, göç yollarında, faili meçhullerde telef olmazlardı!” dedim. Fakat sonraki yıllarda Kürtlerin gerçekten rant alanları oluştu; belediyeler gibi birçok su başlarını tuttular. Ben ise sustum. Çünkü ben, “zor zamanda konuşabilen!” biriyim, tatlı su balığı olmadım hiçbir zaman!

Yılmaz Odabaşı'nın bugüne kadar bir duruşu olmamıştır,” diyen, “duruş”tan ise, kendi gibi dünyayı kuyuya düşmüş bir kurbağanın gökyüzünü gördüğü kadar güdümlü, icazetli bakabilmeyi anlayan Doğan Durgun gibi zibidiler, önce bunları ve daha pek çok şeyi, bir de bugüne dek susup asaletimden bazı şeyleri yazmadığımı da iyi bilmelidirler; yazamadıklarım değil, yazmadıklarımı... Başınıza ve başımıza amir yaptığınız Yalçın Küçük'ün bugün durduğu yeri, tavrı siz biliyorsunuz. Fakat isterseniz Musa Anter'in size dair anlattıklarını da yazabilirim, Mehmet Uzun'un bana sizlerle ilgili yazdığı bazı mektupları da yayınlayabilirim. Fakat bu bizi küçük düşürür; çünkü ben, sizler gibi gereksiz yere cephe açmak gibi bir amaç ve niyet taşımıyorum. Devletin uğraştığı kişi ve kurumlarla asla uğraşmamayı her zaman ilkesel ve ahlaki bir sorumluluk sayıyorum.

Biz yazarken elli bin tirajda bıraktığımız gazeteyi, iki milyon BDP seçmeninin olduğu coğrafyada yıllarla birlikte giderek beş bin tiraja düşürdüler. Arkalarında partisiyle, dernekleri, pek çok kurumlarıyla bu kolektif bir çabayı, benim tek başıma yazdığım kitaplardan çok daha düşük bir tiraja gömdüler. Bunun nedenlerini ise hiçbir zaman sorgulamadılar, bundan bir rahatsızlık da duymadılar... Hep demokratlık adına yazdılar, konuştular, fakat asla demokrat olamadılar!O coğrafyanın aydınları için de ”çamur at, izi kalır” demeyi bile az bulup, yetinmeyip, “beton dök, donsun!” dediler. Çoğu zaman gerçekten de donduk, konuşmadık değil, konuşturulmadık!Bizi festivallerinde yasakladılar. Kimi zaman Diyarbakır kitabevlerinde kitaplarımızı yasakladılar, kimi zaman cezaevlerinde; o yıllar onlar bunu yaparken, Diyarbakır'da öğrenci yurtlarında yapılan aramalarda, devletin polisleri de 90'ların sonuna kadar kitaplarımı bulduklarında o öğrencileri gözaltına alıyorlardı. Onların festival ve etkinliklerinde yasaklı anılırken veya “çağırdık, gelmedi” diye uydururlarken, devletin TRT'sinde, GAP TV'de de yasaklılar listesindeydik. Fakat onların çok itibar ettikleri, hatta milletvekili adayı yaptıkları Yozgatlı emekli memur Şükrü Erbaş gibi şair- “aydın”lar (!) o yıllar hem Roj TV'de hem de TRT GAP'ta aynı günlerde çıkıp konuşuyorlardı. Ben ise halkımın yazgısı adına her iki kanalda da konuşturulmuyordum. Ben bugüne kadar değil Diyarbakır ve bölgede olanlar, Sivas katliamı için bir yorum yapmak için bile olsa bir kez bile Roj TV'den aranmadım. Bunlar bilinmeli!

Artık bu şaşılığı bırakın; olgunlaşın, y e t e r! 

Ben yaşadığım hiçbir şeyden pişman değilim; bu dünyadan çekip gitmeden önce bunlar tıpkı yaşandığı gibi-kısmen de olsa- bilinsin isterim. Örneğin, bu yazımın içerdiklerini, mağdur, muhalif Kürt medyasını Türkiye kamuoyunda küçük düşürmemek adına bugüne kadar hiçbir yerde yazmadım. Dört basım yapan “Güneydoğu'da Gazeteci Olmak” adlı kitabımda devletin Özgür Gündem çalışanlarına yönelik baskı ve katliamlarını bir bir yazarken, onların bana yaşattıklarını ise hiç yazmadım. Fakat mazlum, gün gelir de zalim olursa yazarım...

O günlerden bugüne on sekiz, o kitabımın yayınından bugüne ise on altı yıl geçmiş; hakkımda geçtiğimiz günlerde Günlük Gazetesi'nde yayınlanan mesnetsiz iftiralar, on sekiz yıl sonra artık bazı şeyleri yazmamın zamanın geldiğini düşündürdü bana...

Dönemin “özgür Gündem” genel yayın yönetmeni Şükrü Gülmüş, hakkımda tam on dokuz yıl sonra bir yazı yazdı. Yani zamanın vicdanı beni bir kez daha akladı; zaten zaman hep aklayandır. Bu özeleştirisi için ben yine de Gülmüş'e teşekkür ediyorum. Bu yazdıklarım ve Şükrü Gülmüş'ün yazdıkları, benim bugüne kadar hiç anlatmadığım anılarımdan bir kırıntı ve bir o kadar da gerçek…

Ve geride daha söylenmemiş, yazılmamış ne çok şey!

Yılmaz Odabaşı’nın Şükrü Gülmüş’ün kendisiyle ilgili yazdığı yazının yanı sıra bazı belge ve tanıklıkları ek olarak yayınladığı yazısının tamamını görmek için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz:

http://www.yilmazodabasi.com.tr/yazi-219-Y-a-z-m-a-d-i-k-l-a-r-i-m--BiR-oZGuR-GuNDEM-HiKAYESi-.html

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.